19 Mart 2020 Perşembe

Ayasofya- ilk adım


Herkese merhaba;
Kulak ulemalarının toplandığı güvenli limandasınız, ben kaptan rehberiniz Hilmi Çalış, yaklaşık yarım saat boyunca sizlere ev sahipliği yaparak bir Ayasofya anlatısı gerçekleştireceğim. Bu podcasti dinlediğiniz cihazın sesini biraz daha açın ve anlatılacak hikayelerin tadını çıkarın…

Anlatılacak hikayeler diyorum zira Ayasofya gibi anıtsal tek bir binadan bahsetsek de o koca kubbenin altında çok ilginç hikayeler var. Eğer kabaca İstanbul tarihini 3000 yıl sayarsak Ayasofya tek başına bunun yarısına şahitlik etmiş nadide bir tanıktır. Hazırsanız, başlayalım bakalım bu dilsiz tanığın anlatacaklarına

Kabaca 3000 yıl dedik ama daha detaylı aktarmak gerekirse milattan önce 667’de kent kuruluyor. Öyle ahım şahım bir şey de değil ha... Sadece Topkapı Sarayı'nın olduğu alan ve belki de biraz daha fazlası. Günümüzde, Ayasofya'nın olduğu yer bir “Akropolis”. Ne demek şimdi bu?  Bu terim, Yunanca üst şehir anlamına geliyor. En yüksek yer tabii ki göklerin hakimi yüce tanrılara rezerve edilmiş o vakitlerde de. Bu sebeple bu noktaya dikilmiş tapınak veya tapınaklar mevcutmuş. Rivayete dayalı bir kalıp kullanıyorum. Zira elimizde bu noktada kesin olarak bulunan tapınma alanları ile ilgili tevatür çeşitli. Ben burada genel kabul gören iki tapınağın adını anmakla yetineceğim. Artemis ve Afrodit tapınakları istisnasız çoğu kaynakta tekrar edilen yapılar. Bu aslında daha sonraki dönemi anlamak için de oldukça hoş bir detay. Çünkü kentlerin koruyucu tanrı ve tanrıçaları vardır. Örneğin Atina'nın Athena, Efes’in Artemis. Bu gelenek aslında hıristiyanlıkta da pek değişmiyor. Sadece tanrıçadan Tanrı anasını evriliyor. Bu bilgiyi kılavuz alıp, çok tanrılı kentin koruyucusu Artemis dersek Hıristiyanlıkta ise bu isim Meryem oluyor. İleride de de ineceğimiz gibi Ayasofya üzerinde ve Bizans genelinde koruyucu hep Meryem Ana kabul edilmiştir. İşte, kültür bu şekilde bir gelenekten başka birine geçiyor…


Neyse, şimdi biz buradaki tapınaklara dönelim. Bunlar 330 yılına kadar buradalar. 330 yılında,  inancı dini efsanelere konu olmuş ve adı kente verilmiş olan Konstantinos bu şehrin çok dilli ve çok dinli bir altyapıyla Roma İmparatorluğu'na eş Başkent ilan ediyor. Buraya da bir not düşelim. Çünkü çok duyduğum bir hatayı düzeltmek istiyorum. Konstantinos’un Hristiyanlığı resmi din yaptığı ile ilgili söylenenler. Evet, imparator olurken gökte İsa'nın kendisine “Bununla kazanacaksın” dediği söylense de, 313 yılında Milano Fermanı ile inanç özgürlüğünü getirse de, annesini kutsal topraklara göndererek İsa'ya ait emanetleri buldurup  öldüğünde kendini 13. Havari olarak gömdürse de, 60 yıl sonra Roma tacını kafasına koyan Theodosius gibi Paganlara bir kısıtlama getirmemiştir. Hatta bir de tapınak yapılmıştır Paganlar için. Talih tanrıçası Thyke’ye ithaf edilen tapınağın bu yayında geçmesinin nedeni Ayasofya yakınlarında bir yerde inşa edilmiş olmasıdır. Günümüzde aktarılanlar çeşitli olsa da Ayasofya'nın bulunduğu yerdeki ilk Kilise Konstantinos’un oğlu Konstantius tarafından MEGALO ECCLESIA adıyla, 15 Şubat 360 yılında İstanbul patriği Eudoksius’un dualarıyla açıldı. Bu ilk Ayasofya hakkında elimizde çok detaylı bilgi yok. Oturup ağlamak yerine eldeki anlatımlardan yola çıkıp tarihi hafiyelik yapalım o zaman. Şunu kesin olarak biliyoruz ki, burada inşa edilen ilk kilise doğuya doğru uzanan dikdörtgen bir binaydı ve ahşap kırma çatısı kiremitlerle kaplıydı. Ayrıca, Aya İrini, Saray ve Senato binaların olduğu önemli bir kavşak noktasındaydı. Dönemin tarihçilerinden o yapının da şimdiki gibi imparatoriçe ve diğer kadınların ibadeti için ayrılmış Gynathykon adlı galerisinin vücut olduğunu da  öğreniyoruz haremlik selamlık o dönemden başlıyor diyebiliriz. Neyse bu ilk yapının açılışını takip eden ilk yılda bir deprem meydana gelir. 380’de ise erken Hıristiyanlık Devri'nin farklı inananları Ariusçuların saldırılarına göğüs gerer devasa kilise. Lakin 404 yılına gelince inancın tahrip edici gücü bu inanç abidesini yok eder. Ya da şöyle mi desek? “İnananlar, inandıkları Tanrı’nın evini, inançlarını korumak için harap ettiler.” Tekerleme gibi oldu. Bunu hatasız okuyana hediye verebiliriz mesela ileriki bölümlerde. Şimdi 404 yılına gidelim ve bir bakalım. 20 Haziran 404 de ne olmuş?


Roma'nın doğu ve batı olarak ikiye bölünmesi sonrasında doğunun ilk imparatoru Arcadius, patrik olarak da Antakyalı Ioannes Hrisostomos’u görürüz. Oldukça koyu bir dindar olan Hrisostomos, zamanında çok tanrılı Pagan tapınakları’nın yıkılması ve bu inançlara meyledenlerin Hıristiyanlığa kazandırılmasında katı politikalar izlemiştir. Bu politikalarının kaynağını ise güçlü hitabet sanatına dayandırmıştır. Zaten asıl adı olan Ioannes’ten çok telaffuz edilen lakabı Hrisostomos “Altın Ağızlı” anlamına geliyor. Daha sonraki dönemde azizlik mertebesine yükseltilen bu kilise babasının kemikleri bile değer görür. Venedik'e kaçırılan naaşı geçtiğimiz yıllarda Papa Benediktus tarafından tekrar İstanbul'a getirildi. Laf Lafı açıyor daha günümüzde ayakta duran Ayasofya'yı anlatmaya başlamadan bir sürü kişiden ve hikayeden söz ettik bile. İşte anıtsal yapıların özelliği de burada gizli. Öyle koca koca, göğe dek uzanan eserler, binalar, ibadethaneler, yapmak mesele değil. Mesele, tarihin derininden gelen hikayelerle anlam kazanmış yapıların seslerini duyurabilmek. Eskinin kopyasıyla, insan içinde bulunduğu zamanı yüceltemiyor. Sadece mış gibi yapıyor. Çok derine daldık. 


Altın Ağızlı Ioannes, keskin nutuklar atıyordu. Fakirlik kaynağı gördüğü zengin yaşam hakkında. O konuştukça halkın ona ilgisi de artıyordu. O konuştukça bazıları da ona kızıyordu. Bu yüzden bir sürgüne bile gönderilir. Ama ilahi bir uyarı sayılan deprem sayesinde geri çağırılır. İkinci defa patriklik makamına oturan Ioannes’in en büyük düşmanı ise onu daha önceden sürgüne yollayan Aelia Eudoksia idi. Çok dindar bir kişilik olduğu kaynaklarda belirtilen Eudoksia’nın amacı, kocası İmparator Arcadius’un silik karakterinden istifade ederek, Patrikhane’de de dahil olmak üzere tüm kararlarda son merci olmaktı Ioannes ve Eudoksia’nın çekişmesi toplumu da germişti. Artık sadece bir kıvılcım bekleniyordu. O kıvılcım bir heykelle çaktı. Eudoksia bir heykelini yaptırdı. Bir Yunan Tanrıçası görünümünde, gümüş kaplamalı heykel günümüzde, Topkapı Sarayı'nın önündeki 3. Ahmet Çeşmesi’ne yakın bir yere kondu. Kaidesinde şunlar yazılıydı…


Bakınız, imparatorların kentte hükmettiği yerde porfir sütun ve gümüş imparatoriçe. ismi nedir diye soracak olursanız, Eudoksia.  Peki onu buraya kuran? Asil vali yüce konsillerin soyundan Simplicius.” 

Bu, hem halkı hem de Ioannes’i çok sinirlendirdi. Takip eden günlerde kilisede gerçekleşen bir ayin sırasında, İmparatoriçe’ye dönüp şunları söyledi.
 “Tekrar Herodias çılgınca eğleniyor. Tekrar rahatsız dans ediyor. Tekrar ve tekrar Yahya'nın kafasını almak için arzu duyuyor.


Burada, Hazreti Yahya'nın ölümüne gönderme yapan Ioannes’in ne demek istediğini daha detaylı öğrenmek isteyenler araştırarak devamını getirebilir. Konuyu daha fazla dağıtmayalım. Tabi ki beklenen oluyor ve sürgün kararı çıkıyor. Nereye mi? Arcadius tarafından çok sevdiği eşi Eudoksia’nın adını verip “Eudoksiapolis” olarak anılmaya başlanan Silivri’ye gönderilebilirdi ama soğuktur şimdi oralar. Bu yüzden Ermenistan’a sürgün ediliyor. 20 Haziran 404’te Iannes’in sürgününü protesto eden destekçileri bir yangın çıkarıyor. Ahşap unsurları fazla olan bu yapının kolayca yandığını kolayca tahmin edebilirsiniz. Hiçbir iz kalmaz bu birinci Ayasofya'dan günümüze. Sadece, olayların ateşini yakan heykelin kaidesi, suçlu gibi sessizce günümüzde giriş turnikelerin sol tarafında gözden ırak durmaya devam eder…


Büyük yangının ardından herkes birbirini suçlar. Ortalık yatışınca, o güne kadar pek sesi soluğu çıkmayan Arcadius, sahne alıp yeni bir kilisenin aynı yere yapılmasını emreder. Belki de eşinin neden olduğu olayların sonundaki yıkımın kefaretini ödemek istemiştir bilemiyoruz. Neticede Rufinus adlı bir mimar yapıyı inşa etmeye başlar. Bu arada Eudoksia Ekim 404’te, Arcadius ise 408 yılında son nefeslerini verirler. Tahta henüz 7 yaşında olan ve dedesi ile aynı adı taşıyan Theodosius geçer. İnşaat devam ederken batıdan gelebilecek Got saldırılarını engellemek için günümüze dek ulaşan ve önümüzdeki yayınlarda da konuşacağımız surların inşasına başlanır. Bu inşaat faaliyeti daha çok güvenlik gerekçesi taşıdığı için kilisenin yapımı belli bir süre durur. Önce can tabi ki. 11 yıl süren inşaat sürecinin başka türlü açıklamak zor. İki çılgın projenin devam ettiği sırada kutsiyeti arttırıp inşaatı hızlandırmak için bazı kutsal emanetlerde arka arkaya şantiyeye gelmeye başlar. Hz İsmail, Hz Yusuf, Hz Zekeriya gibi adı Tevrat’ta geçen peygamberlerin naaşlarından bazı parçalar getirilir. Adı Tevrat’ta  geçen ifadesini bilerek kullandım. Zira daha İslam'ın gelmesine 200 yıl var ve bu isimler Eski Ahit de denen Tevrat'ta geçen dini figürler. 


10 Ekim 415 tarihinde, Patrik Atticus tarafından kutsanan ve henüz 14 yaşındaki İmparator 2. Theodosius tarafından açılan yeni kilise şehrin yeni baş katedralidir artık. Sütunlarla çevrili atrium adı verilen avlunun bulunduğu yapı, sütunların böldüğü ve nef adı verilen 5 adet koridorla doğuya doğru uzanıyordu. Aslında günümüz Ayasofyası ile aynı doğrultudadır. 1935 yılında yapılan kazılarda elde edilen bilgilere göre bugünkü Ayasofya'dan 2 metre daha aşağıda yer alıyordu. Bunun nedenini ileride anlatacağım. Bugün Ayasofya’ya gittiğinizde, bilet gişesinden geçip ana binaya doğru giderken 6 adet koyunun görüldüğü mermer parçalarının teşhir edildiği bir çukur görürsünüz. Neredeyse 4 metre derinliğindeki bu çukur avlu olarak adlandırıldığı adlandırdığımız atriumun zemini. 2. Ayasofya'ya bu noktadan 5 basamakla çıkılıyordu. Birincisinin kanımca bir kopyası olan bu yapıdan, elimize giriş cephesi ile alakalı çok fazla parça geçmiştir ki bunlar da müze bahçesinde sergilenmeye devam ediyor. Günümüz Ayasofyası baş döndürücü olsa da ikinci binaya ait parçaları görmenizi şiddetle tavsiye ederim. İşte 415 yılında açılan  ikinci binada kabaca bu şekilde tanımlanıyor. Bu binadan bize gelen yegane hikaye onun yıkımına neden olan isyandır. Bir İmparatorun o tahtı elde tutmak için ne kadar kanlı kararlar alabildiğini göreceğimiz, bir kadının bir erkekten daha cesur olduğuna şahit olacağımız ve bu cesaretle 30.000 insanın kanını nasıl akıtıldığına değineceğimiz o meşhur olay. Nika isyanına gidelim. İstikametimiz 532 yılı.


527 yılında, amcası Justinus’un ölümü üzerine tahta Justinianus isimli kişi geçti. Sıradan biri değildi. Makedonyalı, köylü ve cahil bir aileden gelmişti. Amcası kendi cehaletini iyi bildiğinden, yeğenini himayesine almış ve onun iyi eğitimden geçmesine yardımcı olmuştu. Belli bir yaşa gelen Justinianus artık idarenin perde arkasındaki sahibiydi. 527 yılında ise idareyi aracısız ele aldı ve 38 yıl bırakmamayı başardı. İşte tarihin bu tartışmalı figürü olan adam ve karısı sayesinde bugün gördüğümüz Ayasofya ayakta ve o kanlı günlerin hikâyeleriyle ziyaretçilerini kucaklayıp kulak kabartanlara bunları anlatıyor.


Caeser Flavius Justinianus. Belki de Ortaçağ’ın son büyük imparatoru. Roma her ne kadar mirası yenmiş tüketilmiş olsa da, o topraklara yeniden hakim olan imparator. Sadece İstanbul'a değil dünya tarihine de kanun yapıcı imparatorlardan biri olarak geçmişti. Buna rağmen pek de sevilmemişti zamanda. Bakın onun yakınlarında bulunmuş tarihçi Prokopios bize Justinianus’u nasıl anlatıyor. 


Basit bir insandı. Bir eşek ne kadar duyguluysa o kadar duyguydu. Kim yularından çekerse oraya giderdi. Hem dolandırıcı hem de aptaldı. Duyguları için değil ama menfaati için kolayca gözyaşı dökerdi. Sanki doğa insanların elindeki bütün şeytanlık eğilimlerini toplayıp bu adamın ruhuna göndermişti.”


Yazarımız fazla ateşli, fırsatını bulsa imparatoru kolayca yakabilirmiş ama olmamış tabii.. Bu satırlar Justinianus öldükten sonra kaleme alınmıştır. 


Justinianus döneminde, imparatorluk hem içerden hem dışardan saldırı altındaydı. İçerde halkın dini ve siyasi bölünmüşlüğünü kendi lehine kullanarak bir denge politikası uyguladı Justinianus. Diploması ile de aynısını düşman devletler ile gerçekleştirdi. Devletin kuvvetlerini halkın üzerinde bir tehdit olarak kullanıyordu. Risk görülen kişilerin mallarına el konulup ya sürgüne gönderiliyor ya da zindana atılıyordu. Tarihin tekerrür noktalarından biri olan bu süreçte ise en büyük yardımcısı İmparatoriçe Theodora idi. Bakın, tarih bizim o kadar çok şey konuşmamıza yol açıyor ki Ayasofya’ya bir türlü gelemiyoruz. Hadi bu kadının da hayatına bir parça dokunup, 532 yılında yaşanan isyanla Ayasofya'nın nasıl yok olup yeniden yapıldığına bir bakalım. Theodora, Acacius isimli bir ayı bakıcısının 3 kızından ortancasıdır. Bu Adamcağız erkenden hayata gözlerini kapatınca 3 kız ve anaları üvey babaya varırlar. Lakin kızlar serpilince, ana kızlarını sahneye çıkarıp güzelliklerini pazarlamaya başlar. Yeniden Prokopios’a dönelim.

Rezil bir karakteri vardı. Biri ona tokat atsa, şakaya vurup elbiselerini oracıkta çıkartıp, mahremini ona gösterirdi. Çok sık gebe kalsa da bir şekilde düşürmeyi başardı. Onun en bilindik gösterisi, sahneye çıplak uzanıp üzerine dökülen arpaların kazlar tarafından yenmesine müsaade etmesiydi. Bu ufak gaga darbeleri ona haz veriyordu.”


Justinianus ile karşılaşırlar ve henüz tahta çıkmadan evlenmek isterler. Fakat bürokratların fahişelere evlenmesi yasaktır. Justinianus bunu da halleder. Bu kuralın bir defaya mahsus değişmesini sağlar. Karşımızda, fakir bir aileden çıkmış iyi eğitimli ve hırslı bir İmparator ile feleğin çemberinden geçmiş, zorlu bir karaktere sahip İmparatoriçe var artık. Büyük işler sıradan insanlardan çıkmıyor tarih boyunca.


531 yılı biterken başkent gergindi. Dini tartışmalar, saray bürokratlarının müsrif tutumları, barbar kavimlerin kırsal bölgelere baskınları, konulan yeni vergiler ve bunun gibi birçok sorun bir araya gelmiş bir barut gibi ortada duruyordu gereken tek şey daha önceki zamanlarda olduğu gibi sadece bir kıvılcımdı o kıvılcım 13 Ocak'ta çaktı ve beraberinde 30.000 kişi ile yakıp yok etti.


Her şey sakin başlamıştı, tıpkı fırtına öncesi gibi. Halk yavaş yavaş Hipodrom’a gidiyordu. Kalabalık arttıkça tezahüratlar da Justinianus aleyhine artmaya başlamıştı. Nihayet Justinianus kendine ayrılan locaya geldi eliyle havada istavroz çıkardı ve yarışlarının başlamasını emretti. Yarışlar başlayınca iki gruptan mavi olanlar biraz daha duruldular. Yeşiller ise daha yoğun protesto gösterilerine başladılar. Bu bir süre böyle devam etti. Sonunda Justinianus halkın ne istediğini sordurdu. Yeşillerden biri, ona çıkıp şunları söyledi. 


-İmparatora Tanrıdan uzun ömürler dilerim, ona saygımız sonsuzdur. Fakat saraydaki memurlar oldukça adaletsiz ve zalim bize daha fazla zulüm ederler diye adlarını veremeyiz.


İmparator, bunu bilmediğini, haberi olmadığını söyleyince adam şu şekilde çıkıştı. 


-Haberiniz mi yok? Madem yok, diyeyim adını o Calopides’tir.


İmparator buna sert karşılık verdi.
- Siz buraya devlet adamlarına hakarete mi geldiniz?


Yeşillerin bu cüretine kızan maviler de Justinianus’tan yana olup yeşillere sataşmaya başlayınca İmparator bu kaosu daha fazla devam ettirmedi ve daha öğle vakti gelmeden yarışları iptal etti.


Olayların birkaç saat sonrasında, kent valisi aklınca huzursuzluk çıkaranlara gözdağı vermek için 3 mahkumun idamını infaz etmeye karar verdi. Fakat ikinci mahkumun infazı sırasında ip koptu ve çıkan kargaşada 2 mahkum da kaçmayı başardı. Bunlardan biri mavi diğeri yeşillerdendi. Bu ilk defa grupların birleşmesine yol açtı. gidip Justinianus’tan 2 mahkum için af dilediler. ama reddedildiler. Valiye gittiler af için, oradan da aynı cevabı alınca ok yaydan çıktı ve valinin sarayında başlayan kargaşa ve iç savaş hali şehre yayıldı. Herkesin dilinde bir isyan parolası vardı. Herkes isyana ismini verecek O Yunanca kelimeyi haykırıyordu Nika Nika, Nika…. Galip gel, zafer kazan anlamındaki bu kelime ile daha da cesaretlenen isyancılar hapishaneyi ele geçirdiler. kontrolden çıkan güruh sadece yakıp yıkıp yağmalanıyordu.


14-15-16 ve 17 Ocak günlerinde İstanbul'da sadece bunlar vardı. İmkanı olanlar kaçmaya başlamıştı bile. Tüm hastaneler, kamu binaları ve ibadethaneler yanıyordu. Ayasofya bile. Gittikçe köşeye sıkışan Justinianus halkın karşısına çıktı. İncil'e el basıp tüm suçların affedilmesi karşılığında bu durumu bitirmelerini istedi isyancılardan. Ters tepti bu durum ve aşağılandı. O sarayına dönerken, halk da eski imparatorun yeğeni olan Hypatius’a  gidip onu imparator ilan ettiler. Ama hesaba katmadıkları çok mühim bir kadın vardı perde arkasında ve son sözü o söyleyecekti.


Sarayda bir toplantı düzenlendi. Justinianus, gemilerin hazırlanmasını emretti. Can tatlı gelmişti. Hem kendini hem de şehri kurtarmak istiyordu. saray içinden  haberler ise halka bir şekilde uçuruluyordu. Justinianus’un kaçacağı haberi gelince halk Hypatius’u, saray yerine hipodroma götürdü. Justinianus zaten kaçacaktı. Biraz zaman geçerse saray içinde çatışma olmaz diye umuyorlardı.


Tarihten alacağımız güzel bir ders; yapacağını yap, zamanında yapmadığın şeyleri sana yapabilirler. Hypatiu, hipodromda halkı selamlarken Justinianus da kaçmak üzereydi. Fakat yine tarihi belirleyen anların yaratıcısı bir kadın oldu ve kocasının karşısına çıkan imparatoriçe Theodora her ne kadar asil bir soydan gelmese de asaletin genetik bir şey olmadığını tarihe kazıdı.



Kaçmaktan başka bir çıkar yolu kalmayınca kaçmaya çalışmak adiliklerin en büyüğüdür. Yıllarca başında taç taşımış biri tacını yitireceği zaman başını da verebilmeli. Bu erguvan pelerin, kefen ararsan, sana gayet güzel bir kefen olabilir. Deniz sakin rüzgar sakin gideceksen git. Ama ben buradayım.”


Kadın bildiğin lafları ile dövüş adamı. Bu lafların etkisini anlatmaya gerek yok. General Belisarios, yanına aldığı adamlarla hipodroma gider ve kapıları tutulmuş alana yağan oklarla birlikte 30000 kişi oracıkta can verir. Nika İsyanı dinmiştir. Yaklaşık bir haftalık ağır bilançonun sonunda kent de yorgun düşer. Sadece dumanlar tütmektedir yanmış alanların üzerinde. Kan kokmaktadır meydanlar... İşte böyle anlarda gelir zafer ve diriliş. Tarih hep kazananların yazdığı bir hikayedir. Acı bir başkasına dayanak olur, ayağa kalkmak için. Justinianus, adını tarihe yazmak isteyen biridir ve bu yıkım ona istediğini vermiştir. Tüm bunlar yaşanıp biterken meydanın diğer yanında üstünde dumanlar tüten bir bina durmaktadır.  


Ayasofya'nın İkincisi de ilki ile aynı kaderi paylaşmıştı sonunda. Bir yenilik gerekiyordu kaderin tekrar etmemesi için. Bambaşka bir yol çizilmeliydi ve çizilecekti. O çizilen şey her neyse 1500 yıldır hem bize hem de dünyanın her yerindeki insanlara kendini göstermekten zevk alıyor. 

Böyle bitti hikayemizin bu bölümü a dostlar bir bina değil Ayasofya sadece. Bir tarih anlatısı, dilsiz tanığıdır yaşananların. Hikayemiz haftaya da devam edecek, malum günümüze gelen yapıdan hiç konuşmadık haftaya inşaatı yıkımı içine kendini resmedenleri, derin iz bırakanları konuşacağız


Haftaya kadar Esen kalın




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ayasofya ikinci bölüm

Herkese bir kez daha merhabalar; Kulak ulemalarının toplandığı güvenli limandan, Kaptan Rehberiniz Hilmi Çalış'ın güvenli ellerin...