Herkese
merhaba;
Kulak
ulemalarının toplandığı güvenli limandasınız, ben kaptan
rehberiniz Hilmi Çalış, yaklaşık yarım saat boyunca sizlere ev
sahipliği yaparak bir Ayasofya anlatısı gerçekleştireceğim. Bu
podcasti dinlediğiniz cihazın sesini biraz daha açın ve
anlatılacak hikayelerin tadını çıkarın…
Anlatılacak
hikayeler diyorum zira Ayasofya gibi anıtsal tek bir binadan
bahsetsek de o koca kubbenin altında çok ilginç hikayeler var.
Eğer kabaca İstanbul tarihini 3000 yıl sayarsak Ayasofya tek
başına bunun yarısına şahitlik etmiş nadide bir tanıktır.
Hazırsanız, başlayalım bakalım bu dilsiz tanığın
anlatacaklarına
Kabaca
3000 yıl dedik ama daha detaylı aktarmak gerekirse milattan önce
667’de kent kuruluyor. Öyle ahım şahım bir şey de değil ha...
Sadece Topkapı Sarayı'nın olduğu alan ve belki de biraz daha
fazlası. Günümüzde, Ayasofya'nın olduğu yer bir “Akropolis”.
Ne demek şimdi bu? Bu terim, Yunanca üst şehir anlamına
geliyor. En yüksek yer tabii ki göklerin hakimi yüce tanrılara
rezerve edilmiş o vakitlerde de. Bu sebeple bu noktaya dikilmiş
tapınak veya tapınaklar mevcutmuş. Rivayete dayalı bir kalıp
kullanıyorum. Zira elimizde bu noktada kesin olarak bulunan tapınma
alanları ile ilgili tevatür çeşitli. Ben burada genel kabul gören
iki tapınağın adını anmakla yetineceğim. Artemis ve Afrodit
tapınakları istisnasız çoğu kaynakta tekrar edilen yapılar. Bu
aslında daha sonraki dönemi anlamak için de oldukça hoş bir
detay. Çünkü kentlerin koruyucu tanrı ve tanrıçaları vardır.
Örneğin Atina'nın Athena, Efes’in Artemis. Bu gelenek aslında
hıristiyanlıkta da pek değişmiyor. Sadece tanrıçadan Tanrı
anasını evriliyor. Bu bilgiyi kılavuz alıp, çok tanrılı kentin
koruyucusu Artemis dersek Hıristiyanlıkta ise bu isim Meryem
oluyor. İleride de de ineceğimiz gibi Ayasofya üzerinde ve Bizans
genelinde koruyucu hep Meryem Ana kabul edilmiştir. İşte, kültür
bu şekilde bir gelenekten başka birine geçiyor…
Neyse,
şimdi biz buradaki tapınaklara dönelim. Bunlar 330 yılına kadar
buradalar. 330 yılında, inancı dini efsanelere konu olmuş
ve adı kente verilmiş olan Konstantinos bu şehrin çok dilli ve
çok dinli bir altyapıyla Roma İmparatorluğu'na eş Başkent ilan
ediyor. Buraya da bir not düşelim. Çünkü çok duyduğum bir
hatayı düzeltmek istiyorum. Konstantinos’un Hristiyanlığı
resmi din yaptığı ile ilgili söylenenler. Evet, imparator olurken
gökte İsa'nın kendisine “Bununla kazanacaksın” dediği
söylense de, 313 yılında Milano Fermanı ile inanç özgürlüğünü
getirse de, annesini kutsal topraklara göndererek İsa'ya ait
emanetleri buldurup öldüğünde kendini 13. Havari olarak
gömdürse de, 60 yıl sonra Roma tacını kafasına koyan Theodosius
gibi Paganlara bir kısıtlama getirmemiştir. Hatta bir de tapınak
yapılmıştır Paganlar için. Talih tanrıçası Thyke’ye ithaf
edilen tapınağın bu yayında geçmesinin nedeni Ayasofya
yakınlarında bir yerde inşa edilmiş olmasıdır. Günümüzde
aktarılanlar çeşitli olsa da Ayasofya'nın bulunduğu yerdeki ilk
Kilise Konstantinos’un oğlu Konstantius tarafından MEGALO
ECCLESIA adıyla, 15 Şubat 360 yılında İstanbul patriği
Eudoksius’un dualarıyla açıldı. Bu ilk Ayasofya hakkında
elimizde çok detaylı bilgi yok. Oturup ağlamak yerine eldeki
anlatımlardan yola çıkıp tarihi hafiyelik yapalım o zaman. Şunu
kesin olarak biliyoruz ki, burada inşa edilen ilk kilise doğuya
doğru uzanan dikdörtgen bir binaydı ve ahşap kırma çatısı
kiremitlerle kaplıydı. Ayrıca, Aya İrini, Saray ve Senato
binaların olduğu önemli bir kavşak noktasındaydı. Dönemin
tarihçilerinden o yapının da şimdiki gibi imparatoriçe ve diğer
kadınların ibadeti için ayrılmış Gynathykon adlı galerisinin
vücut olduğunu da öğreniyoruz haremlik selamlık o dönemden
başlıyor diyebiliriz. Neyse bu ilk yapının açılışını takip
eden ilk yılda bir deprem meydana gelir. 380’de ise erken
Hıristiyanlık Devri'nin farklı inananları Ariusçuların
saldırılarına göğüs gerer devasa kilise. Lakin 404 yılına
gelince inancın tahrip edici gücü bu inanç abidesini yok eder. Ya
da şöyle mi desek? “İnananlar, inandıkları Tanrı’nın
evini, inançlarını korumak için harap ettiler.” Tekerleme gibi
oldu. Bunu hatasız okuyana hediye verebiliriz mesela ileriki
bölümlerde. Şimdi 404 yılına gidelim ve bir bakalım. 20 Haziran
404 de ne olmuş?
Roma'nın
doğu ve batı olarak ikiye bölünmesi sonrasında doğunun ilk
imparatoru Arcadius, patrik olarak da Antakyalı Ioannes
Hrisostomos’u görürüz. Oldukça koyu bir dindar olan
Hrisostomos, zamanında çok tanrılı Pagan tapınakları’nın
yıkılması ve bu inançlara meyledenlerin Hıristiyanlığa
kazandırılmasında katı politikalar izlemiştir. Bu
politikalarının kaynağını ise güçlü hitabet sanatına
dayandırmıştır. Zaten asıl adı olan Ioannes’ten çok telaffuz
edilen lakabı Hrisostomos “Altın Ağızlı” anlamına geliyor.
Daha sonraki dönemde azizlik mertebesine yükseltilen bu kilise
babasının kemikleri bile değer görür. Venedik'e kaçırılan
naaşı geçtiğimiz yıllarda Papa Benediktus tarafından tekrar
İstanbul'a getirildi. Laf Lafı açıyor daha günümüzde ayakta
duran Ayasofya'yı anlatmaya başlamadan bir sürü kişiden ve
hikayeden söz ettik bile. İşte anıtsal yapıların özelliği de
burada gizli. Öyle koca koca, göğe dek uzanan eserler, binalar,
ibadethaneler, yapmak mesele değil. Mesele, tarihin derininden gelen
hikayelerle anlam kazanmış yapıların seslerini duyurabilmek.
Eskinin kopyasıyla, insan içinde bulunduğu zamanı yüceltemiyor.
Sadece mış gibi yapıyor. Çok derine daldık.
Altın
Ağızlı Ioannes, keskin nutuklar atıyordu. Fakirlik kaynağı
gördüğü zengin yaşam hakkında. O konuştukça halkın ona
ilgisi de artıyordu. O konuştukça bazıları da ona kızıyordu.
Bu yüzden bir sürgüne bile gönderilir. Ama ilahi bir uyarı
sayılan deprem sayesinde geri çağırılır. İkinci defa patriklik
makamına oturan Ioannes’in en büyük düşmanı ise onu daha
önceden sürgüne yollayan Aelia Eudoksia idi. Çok dindar bir
kişilik olduğu kaynaklarda belirtilen Eudoksia’nın amacı,
kocası İmparator Arcadius’un silik karakterinden istifade ederek,
Patrikhane’de de dahil olmak üzere tüm kararlarda son merci
olmaktı Ioannes ve Eudoksia’nın çekişmesi toplumu da germişti.
Artık sadece bir kıvılcım bekleniyordu. O kıvılcım bir
heykelle çaktı. Eudoksia bir heykelini yaptırdı. Bir Yunan
Tanrıçası görünümünde, gümüş kaplamalı heykel günümüzde,
Topkapı Sarayı'nın önündeki 3. Ahmet Çeşmesi’ne yakın bir
yere kondu. Kaidesinde şunlar yazılıydı…
“Bakınız,
imparatorların kentte hükmettiği yerde porfir sütun ve gümüş
imparatoriçe. ismi nedir diye soracak olursanız, Eudoksia.
Peki onu buraya kuran? Asil vali yüce konsillerin soyundan
Simplicius.”
Bu,
hem halkı hem de Ioannes’i çok sinirlendirdi. Takip eden günlerde
kilisede gerçekleşen bir ayin sırasında, İmparatoriçe’ye
dönüp şunları söyledi.
“Tekrar
Herodias çılgınca eğleniyor. Tekrar rahatsız dans ediyor. Tekrar
ve tekrar Yahya'nın kafasını almak için arzu duyuyor.
Burada,
Hazreti Yahya'nın ölümüne gönderme yapan Ioannes’in ne demek
istediğini daha detaylı öğrenmek isteyenler araştırarak
devamını getirebilir. Konuyu daha fazla dağıtmayalım. Tabi ki
beklenen oluyor ve sürgün kararı çıkıyor. Nereye mi? Arcadius
tarafından çok sevdiği eşi Eudoksia’nın adını verip
“Eudoksiapolis” olarak anılmaya başlanan Silivri’ye
gönderilebilirdi ama soğuktur şimdi oralar. Bu yüzden
Ermenistan’a sürgün ediliyor. 20 Haziran 404’te Iannes’in
sürgününü protesto eden destekçileri bir yangın çıkarıyor.
Ahşap unsurları fazla olan bu yapının kolayca yandığını
kolayca tahmin edebilirsiniz. Hiçbir iz kalmaz bu birinci
Ayasofya'dan günümüze. Sadece, olayların ateşini yakan heykelin
kaidesi, suçlu gibi sessizce günümüzde giriş turnikelerin sol
tarafında gözden ırak durmaya devam eder…
Büyük
yangının ardından herkes birbirini suçlar. Ortalık yatışınca,
o güne kadar pek sesi soluğu çıkmayan Arcadius, sahne alıp yeni
bir kilisenin aynı yere yapılmasını emreder. Belki de eşinin
neden olduğu olayların sonundaki yıkımın kefaretini ödemek
istemiştir bilemiyoruz. Neticede Rufinus adlı bir mimar yapıyı
inşa etmeye başlar. Bu arada Eudoksia Ekim 404’te, Arcadius ise
408 yılında son nefeslerini verirler. Tahta henüz 7 yaşında olan
ve dedesi ile aynı adı taşıyan Theodosius geçer. İnşaat devam
ederken batıdan gelebilecek Got saldırılarını engellemek için
günümüze dek ulaşan ve önümüzdeki yayınlarda da konuşacağımız
surların inşasına başlanır. Bu inşaat faaliyeti daha çok
güvenlik gerekçesi taşıdığı için kilisenin yapımı belli bir
süre durur. Önce can tabi ki. 11 yıl süren inşaat sürecinin
başka türlü açıklamak zor. İki çılgın projenin devam ettiği
sırada kutsiyeti arttırıp inşaatı hızlandırmak için bazı
kutsal emanetlerde arka arkaya şantiyeye gelmeye başlar. Hz İsmail,
Hz Yusuf, Hz Zekeriya gibi adı Tevrat’ta geçen peygamberlerin
naaşlarından bazı parçalar getirilir. Adı Tevrat’ta
geçen ifadesini bilerek kullandım. Zira daha İslam'ın gelmesine
200 yıl var ve bu isimler Eski Ahit de denen Tevrat'ta geçen dini
figürler.
10
Ekim 415 tarihinde, Patrik Atticus tarafından kutsanan ve henüz 14
yaşındaki İmparator 2. Theodosius tarafından açılan yeni kilise
şehrin yeni baş katedralidir artık. Sütunlarla çevrili atrium
adı verilen avlunun bulunduğu yapı, sütunların böldüğü ve
nef adı verilen 5 adet koridorla doğuya doğru uzanıyordu. Aslında
günümüz Ayasofyası ile aynı doğrultudadır. 1935 yılında
yapılan kazılarda elde edilen bilgilere göre bugünkü
Ayasofya'dan 2 metre daha aşağıda yer alıyordu. Bunun nedenini
ileride anlatacağım. Bugün Ayasofya’ya gittiğinizde, bilet
gişesinden geçip ana binaya doğru giderken 6 adet koyunun
görüldüğü mermer parçalarının teşhir edildiği bir çukur
görürsünüz. Neredeyse 4 metre derinliğindeki bu çukur avlu
olarak adlandırıldığı adlandırdığımız atriumun zemini. 2.
Ayasofya'ya bu noktadan 5 basamakla çıkılıyordu. Birincisinin
kanımca bir kopyası olan bu yapıdan, elimize giriş cephesi ile
alakalı çok fazla parça geçmiştir ki bunlar da müze bahçesinde
sergilenmeye devam ediyor. Günümüz Ayasofyası baş döndürücü
olsa da ikinci binaya ait parçaları görmenizi şiddetle tavsiye
ederim. İşte 415 yılında açılan ikinci binada kabaca bu
şekilde tanımlanıyor. Bu binadan bize gelen yegane hikaye onun
yıkımına neden olan isyandır. Bir İmparatorun o tahtı elde
tutmak için ne kadar kanlı kararlar alabildiğini göreceğimiz,
bir kadının bir erkekten daha cesur olduğuna şahit olacağımız
ve bu cesaretle 30.000 insanın kanını nasıl akıtıldığına
değineceğimiz o meşhur olay. Nika isyanına gidelim. İstikametimiz
532 yılı.
527
yılında, amcası Justinus’un ölümü üzerine tahta Justinianus
isimli kişi geçti. Sıradan biri değildi. Makedonyalı, köylü ve
cahil bir aileden gelmişti. Amcası kendi cehaletini iyi
bildiğinden, yeğenini himayesine almış ve onun iyi eğitimden
geçmesine yardımcı olmuştu. Belli bir yaşa gelen Justinianus
artık idarenin perde arkasındaki sahibiydi. 527 yılında ise
idareyi aracısız ele aldı ve 38 yıl bırakmamayı başardı. İşte
tarihin bu tartışmalı figürü olan adam ve karısı sayesinde
bugün gördüğümüz Ayasofya ayakta ve o kanlı günlerin
hikâyeleriyle ziyaretçilerini kucaklayıp kulak kabartanlara
bunları anlatıyor.
Caeser
Flavius Justinianus. Belki de Ortaçağ’ın son büyük imparatoru.
Roma her ne kadar mirası yenmiş tüketilmiş olsa da, o topraklara
yeniden hakim olan imparator. Sadece İstanbul'a değil dünya
tarihine de kanun yapıcı imparatorlardan biri olarak geçmişti.
Buna rağmen pek de sevilmemişti zamanda. Bakın onun yakınlarında
bulunmuş tarihçi Prokopios bize Justinianus’u nasıl anlatıyor.
“Basit
bir insandı. Bir eşek ne kadar duyguluysa o kadar duyguydu. Kim
yularından çekerse oraya giderdi. Hem dolandırıcı hem de
aptaldı. Duyguları için değil ama menfaati için kolayca gözyaşı
dökerdi. Sanki doğa insanların elindeki bütün şeytanlık
eğilimlerini toplayıp bu adamın ruhuna göndermişti.”
Yazarımız
fazla ateşli, fırsatını bulsa imparatoru kolayca yakabilirmiş
ama olmamış tabii.. Bu satırlar Justinianus öldükten sonra
kaleme alınmıştır.
Justinianus
döneminde, imparatorluk hem içerden hem dışardan saldırı
altındaydı. İçerde halkın dini ve siyasi bölünmüşlüğünü
kendi lehine kullanarak bir denge politikası uyguladı Justinianus.
Diploması ile de aynısını düşman devletler ile gerçekleştirdi.
Devletin kuvvetlerini halkın üzerinde bir tehdit olarak
kullanıyordu. Risk görülen kişilerin mallarına el konulup ya
sürgüne gönderiliyor ya da zindana atılıyordu. Tarihin tekerrür
noktalarından biri olan bu süreçte ise en büyük yardımcısı
İmparatoriçe Theodora idi. Bakın, tarih bizim o kadar çok şey
konuşmamıza yol açıyor ki Ayasofya’ya bir türlü gelemiyoruz.
Hadi bu kadının da hayatına bir parça dokunup, 532 yılında
yaşanan isyanla Ayasofya'nın nasıl yok olup yeniden yapıldığına
bir bakalım. Theodora, Acacius isimli bir ayı bakıcısının 3
kızından ortancasıdır. Bu Adamcağız erkenden hayata gözlerini
kapatınca 3 kız ve anaları üvey babaya varırlar. Lakin kızlar
serpilince, ana kızlarını sahneye çıkarıp güzelliklerini
pazarlamaya başlar. Yeniden Prokopios’a dönelim.
“Rezil
bir karakteri vardı. Biri ona tokat atsa, şakaya vurup elbiselerini
oracıkta çıkartıp, mahremini ona gösterirdi. Çok sık gebe
kalsa da bir şekilde düşürmeyi başardı. Onun en bilindik
gösterisi, sahneye çıplak uzanıp üzerine dökülen arpaların
kazlar tarafından yenmesine müsaade etmesiydi. Bu ufak gaga
darbeleri ona haz veriyordu.”
Justinianus
ile karşılaşırlar ve henüz tahta çıkmadan evlenmek isterler.
Fakat bürokratların fahişelere evlenmesi yasaktır. Justinianus
bunu da halleder. Bu kuralın bir defaya mahsus değişmesini sağlar.
Karşımızda, fakir bir aileden çıkmış iyi eğitimli ve hırslı
bir İmparator ile feleğin çemberinden geçmiş, zorlu bir
karaktere sahip İmparatoriçe var artık. Büyük işler sıradan
insanlardan çıkmıyor tarih boyunca.
531
yılı biterken başkent gergindi. Dini tartışmalar, saray
bürokratlarının müsrif tutumları, barbar kavimlerin kırsal
bölgelere baskınları, konulan yeni vergiler ve bunun gibi birçok
sorun bir araya gelmiş bir barut gibi ortada duruyordu gereken tek
şey daha önceki zamanlarda olduğu gibi sadece bir kıvılcımdı o
kıvılcım 13 Ocak'ta çaktı ve beraberinde 30.000 kişi ile yakıp
yok etti.
Her
şey sakin başlamıştı, tıpkı fırtına öncesi gibi. Halk yavaş
yavaş Hipodrom’a gidiyordu. Kalabalık arttıkça tezahüratlar da
Justinianus aleyhine artmaya başlamıştı. Nihayet Justinianus
kendine ayrılan locaya geldi eliyle havada istavroz çıkardı ve
yarışlarının başlamasını emretti. Yarışlar başlayınca iki
gruptan mavi olanlar biraz daha duruldular. Yeşiller ise daha yoğun
protesto gösterilerine başladılar. Bu bir süre böyle devam etti.
Sonunda Justinianus halkın ne istediğini sordurdu. Yeşillerden
biri, ona çıkıp şunları söyledi.
-İmparatora
Tanrıdan uzun ömürler dilerim, ona saygımız sonsuzdur. Fakat
saraydaki memurlar oldukça adaletsiz ve zalim bize daha fazla zulüm
ederler diye adlarını veremeyiz.
İmparator,
bunu bilmediğini, haberi olmadığını söyleyince adam şu şekilde
çıkıştı.
-Haberiniz
mi yok? Madem yok, diyeyim adını o Calopides’tir.
İmparator
buna sert karşılık verdi.
-
Siz buraya devlet adamlarına hakarete mi geldiniz?
Yeşillerin
bu cüretine kızan maviler de Justinianus’tan yana olup yeşillere
sataşmaya başlayınca İmparator bu kaosu daha fazla devam
ettirmedi ve daha öğle vakti gelmeden yarışları iptal etti.
Olayların
birkaç saat sonrasında, kent valisi aklınca huzursuzluk
çıkaranlara gözdağı vermek için 3 mahkumun idamını infaz
etmeye karar verdi. Fakat ikinci mahkumun infazı sırasında ip
koptu ve çıkan kargaşada 2 mahkum da kaçmayı başardı.
Bunlardan biri mavi diğeri yeşillerdendi. Bu ilk defa grupların
birleşmesine yol açtı. gidip Justinianus’tan 2 mahkum için af
dilediler. ama reddedildiler. Valiye gittiler af için, oradan da
aynı cevabı alınca ok yaydan çıktı ve valinin sarayında
başlayan kargaşa ve iç savaş hali şehre yayıldı. Herkesin
dilinde bir isyan parolası vardı. Herkes isyana ismini verecek O
Yunanca kelimeyi haykırıyordu Nika Nika, Nika…. Galip gel, zafer
kazan anlamındaki bu kelime ile daha da cesaretlenen isyancılar
hapishaneyi ele geçirdiler. kontrolden çıkan güruh sadece yakıp
yıkıp yağmalanıyordu.
14-15-16
ve 17 Ocak günlerinde İstanbul'da sadece bunlar vardı. İmkanı
olanlar kaçmaya başlamıştı bile. Tüm hastaneler, kamu binaları
ve ibadethaneler yanıyordu. Ayasofya bile. Gittikçe köşeye
sıkışan Justinianus halkın karşısına çıktı. İncil'e el
basıp tüm suçların affedilmesi karşılığında bu durumu
bitirmelerini istedi isyancılardan. Ters tepti bu durum ve
aşağılandı. O sarayına dönerken, halk da eski imparatorun
yeğeni olan Hypatius’a gidip onu imparator ilan ettiler. Ama
hesaba katmadıkları çok mühim bir kadın vardı perde arkasında
ve son sözü o söyleyecekti.
Sarayda
bir toplantı düzenlendi. Justinianus, gemilerin hazırlanmasını
emretti. Can tatlı gelmişti. Hem kendini hem de şehri kurtarmak
istiyordu. saray içinden haberler ise halka bir şekilde
uçuruluyordu. Justinianus’un kaçacağı haberi gelince halk
Hypatius’u, saray yerine hipodroma götürdü. Justinianus zaten
kaçacaktı. Biraz zaman geçerse saray içinde çatışma olmaz diye
umuyorlardı.
Tarihten
alacağımız güzel bir ders; yapacağını yap, zamanında
yapmadığın şeyleri sana yapabilirler. Hypatiu, hipodromda halkı
selamlarken Justinianus da kaçmak üzereydi. Fakat yine tarihi
belirleyen anların yaratıcısı bir kadın oldu ve kocasının
karşısına çıkan imparatoriçe Theodora her ne kadar asil bir
soydan gelmese de asaletin genetik bir şey olmadığını tarihe
kazıdı.
“Kaçmaktan
başka bir çıkar yolu kalmayınca kaçmaya çalışmak adiliklerin
en büyüğüdür. Yıllarca başında taç taşımış biri tacını
yitireceği zaman başını da verebilmeli. Bu erguvan pelerin, kefen
ararsan, sana gayet güzel bir kefen olabilir. Deniz sakin rüzgar
sakin gideceksen git. Ama ben buradayım.”
Kadın
bildiğin lafları ile dövüş adamı. Bu lafların etkisini
anlatmaya gerek yok. General Belisarios, yanına aldığı adamlarla
hipodroma gider ve kapıları tutulmuş alana yağan oklarla birlikte
30000 kişi oracıkta can verir. Nika İsyanı dinmiştir. Yaklaşık
bir haftalık ağır bilançonun sonunda kent de yorgun düşer.
Sadece dumanlar tütmektedir yanmış alanların üzerinde. Kan
kokmaktadır meydanlar... İşte böyle anlarda gelir zafer ve
diriliş. Tarih hep kazananların yazdığı bir hikayedir. Acı bir
başkasına dayanak olur, ayağa kalkmak için. Justinianus, adını
tarihe yazmak isteyen biridir ve bu yıkım ona istediğini
vermiştir. Tüm bunlar yaşanıp biterken meydanın diğer yanında
üstünde dumanlar tüten bir bina durmaktadır.
Ayasofya'nın
İkincisi de ilki ile aynı kaderi paylaşmıştı sonunda. Bir
yenilik gerekiyordu kaderin tekrar etmemesi için. Bambaşka bir yol
çizilmeliydi ve çizilecekti. O çizilen şey her neyse 1500 yıldır
hem bize hem de dünyanın her yerindeki insanlara kendini
göstermekten zevk alıyor.
Böyle
bitti hikayemizin bu bölümü a dostlar bir bina değil Ayasofya
sadece. Bir tarih anlatısı, dilsiz tanığıdır yaşananların.
Hikayemiz haftaya da devam edecek, malum günümüze gelen yapıdan
hiç konuşmadık haftaya inşaatı yıkımı içine kendini
resmedenleri, derin iz bırakanları konuşacağız
Haftaya
kadar Esen kalın
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder