22 Mart 2020 Pazar

ayasofya ikinci bölüm


Herkese bir kez daha merhabalar;



Kulak ulemalarının toplandığı güvenli limandan, Kaptan Rehberiniz Hilmi Çalış'ın güvenli ellerinde tarihin derin sularına yola çıkmak üzeresiniz. Hazırsanız yola çıkabiliriz. Bu podcasti dinlediğiniz cihazın sesini biraz daha açıp anlatılacakların tadını çıkarmaya bakın, zira çok uzak zamanlara gideceğiz.



Geçen bölümde, bildiğimiz Ayasofya'nın bilinmeyen tarihine bakmış, yıkılan iki yapının hikayelerini anlatmıştık. Bugün söze, harabeye dönmüş ikinci Ayasofya'nın Justinianus'un ikbali için nasıl bir kaldıraç olacağından başlayacağız. Rotamız bundan 1488 yıl öncesi 532 yılındayız ve günümüze ulaşan yapının inşa sürecinden başlıyoruz. Bu bölümde anlatılacak olanların bir bütünlük kazanması için eğer dinlemediyseniz, bir önceki bölüme uğramanızı tavsiye ederim. Hemen değil tabii ki bu yayından sonra gidebilirsiniz.



Nika İsyan'ını takip eden günlerde Justinianus kendini gücünün zirvesinde hissediyordu. Çünkü kendine tehdit olan veya ileride olabilecek muhalif sesleri ortadan kaldırmıştı. Hem de oldukça kanlı bir şekilde. Şimdi gerekli olan bu durumu kendi adına ölümsüzleştirmekti. Tüm imparatorlukta, İstanbul başta olmak üzere bir imar faaliyeti başlamıştı. İbadethaneler, saraylar, külliyeler, yollar, toplu konutlar, köprüler imparatorun emriyle yapılıyor ve dönemin diğer devletleri de Bizans'ı kıskanıyordu. Bunlara rağmen Justinianus kendi adını başkentte yükseltecekti. Harap olmuş Ayasofya'nın yerine devasa bir şey yapmak istiyordu ve bunun için iki yardımcısı vardı. Bu iki kişi de bu toprakların insanıydı. İlki bir matematikçiydi. Günümüzde Aydın il merkezinin yakınındaki antik Tralles şehrindendi. Trallesli Anthemios. Diğeri ise yine Aydın iline bağlı Söke ilçesinin yakınlarındaki Miletos kentindendi. Isidoros. O da bir fizikçiydi. Buraya küçük bir ekleme yapacağım konudan ayrı. Çünkü Miletos önemli bir yer MÖ. 6. Yüzyıldan başlayarak gözleme dayalı ve sorgulayan doğa felsefesi mirasının takipçisiydi bu kent. Isidoros bu mirasın getirdiği geleneği devam ettiriyordu. Zaten Ayasofya'nın inşaatından önce de Platon'un kurduğu “Akademinin hocalarından biriydi. Şimdi asıl soru şu; Bir matematikçi ve bir fizikçiyle bina inşa edilebilir mi? Mimar yoktu, zaten Ayasofya'yı ilginç kılan daha birçok şey var. Bana kalırsa hoş bir detay bu. Anlamı Kutsal bilgelik olan Ayasofya'yı, pozitif bilimlerden beslenen ve onu besleyen iki adamın ayağa kaldırması. Justinianus onlardan o zaman kadar yapılmamış olanı istemişti. Onlar da bilim elverdiğince bunu yapabilmişlerdi.



İsidoros ve Anthemios'un kendilerine plan çizecek bir mimarları yoktu ama çok çetin bir işverenleri vardı. Justinianus yapım aşamasının her anını yakinen takip ediyordu ve direk müdahalelerde bulunuyordu. Rivayet o ki bunun için de inşaatın yakınlarındaki saraya bir eklenti yaptırmıştı. Ne de olsa patron oydu. Antik dönemin yapıları anıtsallık taşır bunun nedenlerinden biri de bir mesaj taşımasıydı. Okuma yazma oranlarının çok düşük olduğu ve kitap basımının hayal bile edilmediği zamanlarda siyasi otoritenin mesajları binalarla anlatılıyordu. Belki de bu yüzden ilk iki Ayasofya dikdörtgen planlı iken, bu üçüncü yapı kareye yakın merkezi bir planla yapıldı. Amaç dağılan siyasi otoritenin bir elde toplandığının sergilenmesiydi. Zaten Justinianus harap olmuş ikinci Ayasofya'nın hiçbir malzemesini kullanılmasını istemez. Bunların hepsi temel inşaatında kullanıldı. Bilim adamlarının yaptığı yeraltı röntgen araştırmalarından öğrendik bunu. Bu ilk defa denenen teknik garip şekilde işe yaradı ve depremlere karşı bir yastık vazifesi görmesini sağlayarak bu zamana kadar uzanmasına neden olur. İkinci Ayasofya'dan pek Bir şey kullanılmaz dedik ama zarar görmemiş ek bir bina bırakıldı. Skeuophylakion adı verilen ve Ayasofya bağışlarının yanı sıra kutsal emanetlerin saklandığı silindir yapıydı bu. Günümüzde Ayasofya'nın Topkapı Sarayı'na bakan cephesinde Halı Müzesi olarak kullanılan bölümde görülebilir.



Yeni binanın daha öncekilerle aynı kaderi paylaşmasını istemez Justinianus ve iki yardımcısı. Bunun için sadece planı değil aynı zamanda yapı malzemelerinde de değişikliğe gittiler. Yeni yapının içindeki ahşap unsurlar minimize edildi. Kapıların bile korunması gerekti. Hepsi de bronzla kaplandı. Yangın bu sefer bir son olmamalıydı. Bu nedenle çatı için de yeni bir deneme gerçekleştirilecekti. Bir kubbe. Bu denli büyük bir yapıyı örtebilmek için zaten fazla bir şansınız da yok işin açıkçası. 77 metrekarelik iç mekanı örtecek en az 100 metrelik ağaçlar bulmanız lazım ki bunların ağırlığıyla taşınması da ayrı bir sorundu. Bir kubbe koyulacak da o zamana kadar uygulanmamış ve Osmanlı'ya kadar da uygulanmayacak bu yapı şeklinin kubbesi nasıl taşınacaktı ana bina tarafından. Kubbenin bir ağırlığıyla yıkılmadan ayakta kalabilmesi için oldukça hafif bir malzeme bulunmalıydı ve bulunacaktı.



Bizans ve Roma kubbeyi biliyordu. Bunu Roma'da 2. yüzyılda inşa edilmiş Pantheon'da görebiliyoruz. Romalılar bu tip anıtsal yapıları inşa ederken “puzzolona” adı verilen yanardağ külünden elde edilen hafif bir harçla binalarını yapıyorlardı. Doğu Akdeniz'de ise bu killi tuğla ile gerçekleşiyordu. Peki bu killi tuğlaların ağırlığı Ayasofya'yı ayakta tutabilecek kadar uygun muydu? Hem evet hem hayır. Hayır çünkü ağırdı. Evet çünkü hafif olan bulunacaktı. İmparatorluğun her köşesine emirler verildi ve en hafif tuğlanın bulunması amaçlandı. Aradıkları Rodos Adası'ndaydı. Rodos'un 800 derece pişirilen killi tuğlası hafifti. Çünkü diğer tuğlalar 1500 dereceye kadar pişirildiği için, içindeki hava kabarcıkları yok oluyor ve daha ağı hale geliyorlardı. Aradaki fark ne diye merak ederseniz şöyle diyebilirim; 12 rodos tuğlasının ağırlığı bir tuplaya denk geliyordu. Bu da binanın 12 kez daha hafif olmasına imkan veriyordu.



İnşaatın başlamasını takip eden birkaç yıl içinde Anthemios öldü. İşin son haline vermek Isidoros'a kaldı. İnşaat hızla devam ediyordu. Derler ki Justinianus'un devasa bir tapınak istemesinin sebebi, inşaatta çalışmaya başlayan halkın başka şeylerle ilgilenmesini engellmekti. Bu zalimane tavrına rağmen işçilerin ücretleri günü gününe ödeniyordu. Hatta şansı olanlar gün sonuna doğru harca gizlice konulan altınları bularak gün sonu büyük bir bonusla eve dönme imkanına sahiptir. Bu belki de büyük bir efsanedir. Zaten o kadar çok efsane var bu bu yapının inşası ile alakalı. İlk başladığından itibaren anlatılan bu söylenceler belki de onun bu zamana kadar gelen gizemini arttırdı. Hadi bu efsanelere bakalım.



Efsane bu ya diye başlanır hep biz de öyle yapalım. Justinianus, Nika'yı takip eden günlerde bir ayin sırasında kutsal ekmeği yemek üzereyken, ekmek yere düşer. Yine efsane bu ya bir arı bu ekmek parçasını alıp kaçar. Justinianus bu ekmek parçasının bulunmasını emreder. Bakılmadık kovan kalmaz ve sonunda aranan bulunur. Ama karşılarına çıkanı Justinianus'a götürürler. Gördüğü manzara karşısında bunun bir ilahi mesaj olduğuna kanaat getiren imparator, yeni yapılan kilisenin kovan içinde arılar tarafından işlenerek balla kaplanmış kutsal ekmeğe benzetilmesini emretmiş. İyi hikaye. Tabii daha neler var, inşaatı bekleyen melekler, altın küpleriyle gelen başka bir melek ve saire ile yapı daha inşaatından itibaren efsanelerle sarılır ve bugüne dek de böyle süregelir. Biz gene bilgelikten şaşmadan inşaata dönelim.



İmparatorluğun her yanından malzeme geliyordu. Özellikle mermerler göz kamaştırıyordu. Mavi dalgalı Marmara mermeri, porfir denen mor renkli iskenderiye mermeri, yeşil renkli Yunan mermeri yanında Tunus'tan, Fransa'dan, Suriye'den getirilen parçalarla Ayasofya tüm devletin birleştiği nokta olmuştu. Bir mücevher kutusunu andıran yapı Rodos tuğlalarının hafifliğiyle yükselirken binanın ağırlığıyla ilgili sorunlar yine de görülmeye başladı. Bunun önüne geçmek için karşı ağırlık olması adına payanda ayakları eklenmeye başladı ve bu ekler sadece inşaat sürecinde değil, tüm tarihi boyunca Ayasofya'ya eklenmeye devam etti. Bu sorunlarda geçici sorunlarla halledildikten sonra, ona asıl karizmasını kazandıracak olan kısma yani kubbeye gelmişti. Kare bir planın üzerine dairesel bir eklenti kondurmanın sıkıntıları ciddi boyuttaydı. Sınırlı bir dünyayı simgeleyen kare bir plana sonsuz göklerin sembolu kubbe koymak, işte asıl mesele buydu. Bunun için kareyi önce sekizgene çevirdiler. Destek ayaklarının boşluklarına dairesel üçgen olarak tanımlayabileceğimiz pandantifler eklendi. Bu kavisli üçgenler kubbenin ağırlığını sadece kemerlerle taşınmasının önüne geçip ağırlığı dağıtıyorlardı.



Netice de 537 yılında Ayasofya bir törenle açıldı. Justinianus, patrikle beraber gelip içeri girdi. Anlatılan rivayete göre bir anda vaaz kürsüsü olarak kullanılan “ambon”'a doğru koşup, “Ey Süleyman, Seni geçtim” demiş. Bunu dönemin kaynakları yazmaz daha çok 11. yüzyıldan sonra onun hırslı karakterini yansıtmak için kullanılan bir hikayedir bu. Tüm anlatılan hikayeler efsanelere rağmen 557 yılında kubbe çöktü. Hata Bizans Mimarlığındaydı. Kubbenin kavisi yeterli değildi ve oldukça alçaktı. Bu durumu çözmek için gözler Isidoros'u aradı hemen ama o da yakın zamanda gökteki yıldızlara kavuştuğu için belki de sırf adı benziyor diye usulca sokulup yeğenine bu işi yapabilir misin diye sordular. Yeğen Isidoros, kubbeyi altı metre kadar yükseltip daha eğimli hale getirdi. Ayrıca daha da hafiflemesi için açılan 40 adet pencereyi de payandalarla destekledi. Oldukça hassas çalıştı yeğen. Şöyle ifade edelim ki, 25 yıl önce tüm binanın inşaatı 5 yıl 10 ay sürerken bu sefer sadece kubbe için bu süreye ulaşıldı. 562 yılında artık seksenli yaşlarını süren Justinianus, daha vakur ve hadi rahatça söyleyelim daha efendi bir biçimde ayasofya'ya geldi. Patriğin hemen arkasında duruyordu bu sefer. Patrik kapının önünde durup onun için Eski Ahitten mezmurlar 23. bölümü okudu.



Kaldırın başınızı, ey kapılar, açılın ey eski kapılar. Yüce kral içeri girsin



Kapılar Justinianus için açılır ve uzunca süre kapanmaz.



Kapılar açık kalmaya devam etti fakat Bizans yakın bir süre sonra yeni imparatorlarla yeni kavgaların içinde buldu kendini. Eski Ahit'te tasvis yapmayacaksın emri ve yeni bir din olarak yayılan islamın tasvir yasağı Bizans'ta ortalığı karıştırmıştı. İmparator III. Leon'un saray kapısındaki İsa heykelini indirmesi ile başlayan ve tasvir kırıcılık anlamına gelen “ikonoklazma” dönemi 117 yıl sonra bitti. Ayasofya'nın bundan nasıl etkilendiğini bilmiyoruz. Çünkü Justinianus'un Ayasofya'sında ya tasvirler hiç yoktu ya da bu süreçte tahrip edildiler. Buna rağmen sanat tarihçileri tarafından en güzel meryem olarak anılan tasvir ise 867 yılında yani ikonaklazma sonrasından başlayarak hala bize bu güzelliği sergiliyor. Theotokos adı verilen bu tasvir doğu tarafındaki yarım kubbenin iç yüzünde durmaktadır. Theotokos, tanrıyı doğuran demektir Yunanca'da ve genellikle Ortodoks kiliselerinde olmazsa olmaz bir detay olarak karşımıza çıkar. İsa'nın doğasına bağlı tartışmalar zaman içinde başka boyutlar aldıkça, Meryem'in de kişiliği yüceltiliyor. Unutmayalım erken Hıristiyanlık dönemlerinde çok fazla pagan var ve bunların dine kazandırılmaları amaçlanmıştır. Meryem, Ana Tanrıça figürünün bir dönüşümü olarak gelişiyor. Zaten Mısır kökenli İsis'in oğlu Horus ile olan tasvirlerinde de aşağı yukarı aynı kompozisyon görülür. Geleneğin sürekliliği diyelim. Bu devasa mozaikte, cennetin kutsal ışığı olan altın rengi fon alınmış. Meryem arkalıksız, değerli taşlarla süslenmiş bir tahtta çifte minderin üzerine oturmuş haldedir. Kucağındaki bebek İsa ile inananları kutsamaktadır. Dediğim gibi bu Ayasofya'daki en eski tasvirli mozaik ve buradan başlayarak bir geleneğin de öncüsü olur. Şimdi biz de bu mozaik panoyu kendimize başlangıç noktası alarak diğer tasvirlere ve süslemelere geçelim.



Ana giriş kapısıyla başlayalım. Ortadaki devasa merasim kapısı üzerinde bizi pantokrator karşılar. Yunanca'da Pan herşey, Afrokrator ise hükmeden anlamlarına gelmektedir. Herşeye hükmeden İsa. Ortodoks kiliselerinde sıkça kullanılan Bu kompozisyon için Semavi Eyice İsa'nın Zeus'a benzediğini yazar, Yıllar Boyunca İstanbul kitabında. Aslında haksız da sayılmaz zira çok tanrılı pagan inanışında da bu pantokrator ifadesi Zeus için de kullanıyordu. İsa'nın sol elindeki İncil'in sayfaları açıktır ve burada “Esenlik sizinle olsun, Ben dünyanın ışığıyım” yazmaktadır. Sağ eli ile de İsa bizi kutsamaktadır. İsa'nın her iki omzunda bir madalyon içinde tasvir edilenler ise melek Cebrail ve Meryem'dir. Bir de yine İsa'nın sağında yerden diz çökmüş bir adam vardır. Yaptıkları için bir af dileme veya merhamet dilenmektedir. Kim olduğu tam olarak belirtilmemiş olsa da yapıldığı ve yaşanan olaylardan yola çıkarak bu kişinin VI. Leon olduğu kabul edilir. 886 ile 912 yıllarında tahtta oturan Leon'un ilk iki evliliğinden çocuğu olmaz. Küçük bir bilgi eki, katolik ve ortodoks kiliseleri arasındaki ayrım noktalarından biri de bu evlilik mevzudur. Katolik nikahı ebedidir ve dul kaldığınızda yeniden evlenemezsiniz. Ortodokslukta ise eğer ilkinde çocuğunuz olmamışsa ikinci defa evlenebilirsiniz. 3. evlilik ise Roma'dan beri kabul edilen Bir şey değilken 4. evlilik hayvanların tabiatında olduğu kabul edilmiş. Leon evlatsız geçen iki evliliğin ardından 3. kez evlenir. Açıkça onaylanmasa da bu evlilik de görmezden gelinerek geçiştirilir. Fakat bu 3. eşin vakitsiz ölümü üzerine, Leon'un metresinden bir çocuk dünyaya gelir. Evlenmek istese de patrik tarafından şiddetle reddedilir ve hatta Ayasofya'ya girmesine izin bile verilmez. Uzun müzakereler sonucunda şöyle bir karar alınır, Leon'un metresi saraydan gönderilecek ve çocuk ancak o zaman vaftiz edilecektir. Bu yüzden biz de Leon'u imparator olarak iç mekanda görmeyiz. O kabul edilmemişti içeriye ve bu yasağın kalkması için İsa'dan şefaat dilenir. Hristiyanlıkta bir gelenektir bu. Tanrı ile olan münasebetlerinde bir aracının kullanılması. İsa, Meryem, Yahya, azizler insanlar için aracılık yapıyorlardı. Bu yüzden Leon, İsa'dan kendi için tanrıya aracılık etmesini istiyor. Bu konuyu işleyen başka bir mozaik ise ikinci kat galerilerinde. Hadi yukarı çıkalım. Güney galerisindeki bu tasvirin adı DEESİS. Tam anlamıyla yakarış demek. Burada İsa yine ortada konumlandırılmış. Solunda hazreti Yahya, diğer yanında ise Meryem. Son yargı öncesinde insanların günahlarına karşı bir şefaat istiyorlar. İsa'nın başı onlara dönük gibidir ama bakışları bize doğru. Sanki, sizin yaptıklarınızı onlardan dinledim, ne yaptığınızı biliyorum der gibi bize bakarken sağ eliyle de kutsamaktadır. Rahatlayabiliriz, günahlarımızdan arındık.



Aynı koridorun sonuna doğru duvardaki pencerenin her iki tarafında birbirini andıran iki mozaik pano daha var. Önce soldakine bakalım. Ortada tanıdık bir şekilde pantokrator İsa bulunuyor. Onun sağında elinde “apokombion” adı verilen keseyi taşıyan Roma İmparatoru Konstantinos Monomakhos resmedilmiş. Bunu hemen kafasının üzerinde bulunan açıklama yazısından anlıyoruz.



Romalıların inançlı imparatoru, İsa'nın kulu Konstantinos Monomakhos”



Bu imparator hakkında tarihte bonkörlüğüyle ilgili anlatılan çok şey var. Onun zamanına kadar gelen hükümdarların hiçbirinin bu kadar bağış yapmadığı aktarılıyor. Ama yine de bir şey var yerine oturmayan, gelin bir de İsa'nın diğer tarafındaki imparatoriçeye bakalım, aradığımızı onda bulabiliriz belki. Elinde kiliseye olan bağışlarının listelendiği bir rulo turmakta ve hemen kafasının üzerinde eklenmiş bilgiye göre bu hanımefendi “Çok Dindar İmparatoriçe Zoe” gerçekten dindar mıydı? Bilemiyorum. Biraz daha derine dalalım. Kendisi önemli bir imparator olan II. Basileios’un yeğeni, silik imparator VIII. Konstantinos'un da kızı. Babası ölmeden üç gün önce onu kentin valisi olan Romanos isimli kişiyle evlendirdi. Çünkü ortaçağ dünyasında bir kadın asil olsa da tahta tek başına geçemiyordu. Mutlaka idarenin başında kukla da olsa bir erkek gerekliydi. 70 yaşındaki Romanos, geç gelen saadetin tadını çıkarmak istedi. Roma'nın büyük imparatorları gibi davranmaya başladı. Seferler düzenledi. Sonuç hüsran tabii ki. Aleyhine olan tepkiler dinmek bilmez iken karısı Zoe de ondan yüz çevirmeye başlamıştı. Çok fazla insan onun arkasından işler çevirmeye başladı. Bunların başında ise sarayın mabeyncisi Ioannes Orphanotrophos geliyordu. Ioannes bu gergin durumu kendi lehine çevirip ikbal kapılarını açmak için kardeşi Mikhail'i Zoe ile tanıştırdı. Kendi için yegane emeli bu olabilirdi zira kendisi hadımdı. Neyse biz mevcut durumdan devam edelim. Romanos kendi aleyhindeki tepkiler devam ederken havuz başında şüpheli bir şekilde hayatını kaybeder. O kadar şüphelidir ki bu durum, adamın naaşı toprağa verilmeden Zoe, Mikhail ile evlendi. Gelin 56, damat ise 26 yaşındaydı. Tarihler Mikhail için iyi şeyler yazsa da iktidarı uzun sürmez. Çünkü sara hastasıdır. Geçirdiği nöbetler nedeniyle sıkıntılar artmaya başlayınca yeğeni ve adaşı Mikhail'i, Zoe'ye manevi evlat olarak kabul ettirip bir manastırda sonunu beklemeye başlar. Artık yeni bir Mikhail vardı tahtta. Yeni imparatorun ilk işi kendini sağlama almak oldu. Belki de Zoe'den korkmuştu. Bu yüzden Zoe'yi bir manastıra gönderdi. Bu halk arasında bir huzursuzluğa neden oldu. Çünkü mikhail bir asil değildir ve Zoe olmasaydı kolay kolay tahta çıkamazdı. Şehirde bir ayaklanma başlayınca kaçar ama yine de gözlerinin kör edilmesine engel olamaz. Zoe ise kendisine bulunan yeni kocasıyla evlenmek üzereydi. Fakat yeni aday da tıpkı Zoe gibi daha önceden iki defa evlenmişti. Sorun yine bir şekilde çözüldü doğal olarak, ne de olsa anayasalar bir kez delmekle fazla zarar görmüyor. İşte bizim bu mozaikte gördüğümüz beyefendi de bu son koca Konstantinos Monomakhos. Tüm bu karmaşık olayın yansımasıdır bu pano. Bunun izleri de kolayca okunur. Eğer panoya dikkatle bakarsanız konstantinos'un adının yazılı olduğu ve kafasının çevresinde tahrip edilmiş yerleri kolayca görürsünüz. Sanat tarihçileri bu tahribatları her evlilikten sonra yapılan değişikliklere bağlıyorlar. Yani orada sırasıyla Romanos, 4. Mikhail, 5. Mikhail'in isimleri ve yüzleri vardı ve tacı başına koyanla değiştirdiler.



Pencerenin diğer tarafındaki panoda ise başka bir hanedan mensupları görünür. İmparator II. Ioannes Komnenos ve eşi Eirini ile oğulları Alexios. İlk bakışta Alexios ilk başta gözden kaçabilir bir pozisyondadır. Bu genç arkadaşımız annesinin yanındaki duvarın iç kısmına resmedilmiş. Oğulun buraya resmedilmesinin sebebi yaşadığı dönem boyunca babasıyla ortak imparator olmasıdır. Bu panodaki bir diğer bir detay ise Eirini'nin saçlarında gizli. Çünkü bir macar prensesiydi ve onun bu köken vurgusunu yapmak için Zoe'den farklı olarak sarı saçları açık bir şekilde gösterilir. Bu ilişki de Zoe'nin ki kadar entrika yok maalesef hatta belki de tüm Bizans tarihinin en sadık ilişkisi bu çiftte olmuştur.



Buradan aşağıya doğru gitmeden önce günümüzde restorasyon iskelesinin olduğu kuzey cephenin pencereye benzeyen kemerli girintilerinde üç figür görürsünüz. Bunlar azizlik mertebesine yükseltilmiş 3 patriktir. En soldaki Genç İgnatios, sağdaki Antakyalı Ignatios ve ortadaki de meşhur Ioannes Chrysostomos. Bu galerideki ziyareti bitirmeden önce kenarda köşede sanki saklanmışçasına yapılmış bir mozaikten söz etmek istiyorum. Restorasyon henüz devam ettiği için geçiş yok ama bir görme şansını yakalarsınız diye değinmeden geçmemeli. Bir imparator mozaiği olan bu panoda resmedilen kişi tarihi kayıtlarda patavatsızlığı ile ün salmış Aleksandros. Sarhoşluğu dillere yayılmış ve hatta bu yüzden de gelen Kiev elçilik heyetine yaptığı saygısızlık yüzünden savaşa neden olmuş Aleksandros'un mozaiğinde şunlar yazılıdır. Tanrım, Ortodoks ve Sadık kulun Aleksandros'a yardım et.



Dışarı çıkmadan son görmemiz gereken mozaik ise sunu mozaiği olarak anılan pano. Karşımızda yine bir theotokos bulunuyor. Bu Ayasofya'nın üçüncü theotokos'u. Daha başkası var mı? Bilmiyoruz. Theotokos'un iki yanında ellerinde bulunan maketleri kutsamak için bekleyen kişilerden sağdaki Konstantinos ve elinde tuttuğu ise şehrin bir maketi. Diğer tarafta ise Ayasofya'nın banisi Justinianus. Her ikisi de Hıristiyanlar için yaptırdıkları şeylerin koruyuculuğunu yapması için Meryem ve İsa'ya sunmaktadır. Bu mozaik 10. Yüzyıla tarihleriniyor. Bu kapı imparatorların kendilerine ayrıldığı mekan olan Metatorium'a geçiş yaptıkları bir merasim noktası aynı zamanda. İçeriye giriş noktası olduğu için de, gelenleri, Binayı yaptıran, şehri yaptıranla aynı zamanda bunların koruyucusu Meryem ve İsa karşılamaktadır.



Zamanın hızını ayarlamakta insan çaresiz dostlar. O kadar derin mevzuya girip çıktık ki programın sonunun nasıl geldiğini anlayamadık. Bu haftalık bu kadar, haftaya yaşanmış yıkımları yağmaları, tılsımları, ayrılıkları ve camiye çevrilmesiyle beraber Osmanlı Ayasofyasını konuşmaya çalışacağım.



Kulak ulemasının toplandığı limandan Kaptan rehberiniz Hilmi Çalış'tan herkese haftaya kadar sağlıklı günler efendim. Esen kalın...





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

ayasofya ikinci bölüm

Herkese bir kez daha merhabalar; Kulak ulemalarının toplandığı güvenli limandan, Kaptan Rehberiniz Hilmi Çalış'ın güvenli ellerin...