22 Mart 2020 Pazar

ayasofya ikinci bölüm


Herkese bir kez daha merhabalar;



Kulak ulemalarının toplandığı güvenli limandan, Kaptan Rehberiniz Hilmi Çalış'ın güvenli ellerinde tarihin derin sularına yola çıkmak üzeresiniz. Hazırsanız yola çıkabiliriz. Bu podcasti dinlediğiniz cihazın sesini biraz daha açıp anlatılacakların tadını çıkarmaya bakın, zira çok uzak zamanlara gideceğiz.



Geçen bölümde, bildiğimiz Ayasofya'nın bilinmeyen tarihine bakmış, yıkılan iki yapının hikayelerini anlatmıştık. Bugün söze, harabeye dönmüş ikinci Ayasofya'nın Justinianus'un ikbali için nasıl bir kaldıraç olacağından başlayacağız. Rotamız bundan 1488 yıl öncesi 532 yılındayız ve günümüze ulaşan yapının inşa sürecinden başlıyoruz. Bu bölümde anlatılacak olanların bir bütünlük kazanması için eğer dinlemediyseniz, bir önceki bölüme uğramanızı tavsiye ederim. Hemen değil tabii ki bu yayından sonra gidebilirsiniz.



Nika İsyan'ını takip eden günlerde Justinianus kendini gücünün zirvesinde hissediyordu. Çünkü kendine tehdit olan veya ileride olabilecek muhalif sesleri ortadan kaldırmıştı. Hem de oldukça kanlı bir şekilde. Şimdi gerekli olan bu durumu kendi adına ölümsüzleştirmekti. Tüm imparatorlukta, İstanbul başta olmak üzere bir imar faaliyeti başlamıştı. İbadethaneler, saraylar, külliyeler, yollar, toplu konutlar, köprüler imparatorun emriyle yapılıyor ve dönemin diğer devletleri de Bizans'ı kıskanıyordu. Bunlara rağmen Justinianus kendi adını başkentte yükseltecekti. Harap olmuş Ayasofya'nın yerine devasa bir şey yapmak istiyordu ve bunun için iki yardımcısı vardı. Bu iki kişi de bu toprakların insanıydı. İlki bir matematikçiydi. Günümüzde Aydın il merkezinin yakınındaki antik Tralles şehrindendi. Trallesli Anthemios. Diğeri ise yine Aydın iline bağlı Söke ilçesinin yakınlarındaki Miletos kentindendi. Isidoros. O da bir fizikçiydi. Buraya küçük bir ekleme yapacağım konudan ayrı. Çünkü Miletos önemli bir yer MÖ. 6. Yüzyıldan başlayarak gözleme dayalı ve sorgulayan doğa felsefesi mirasının takipçisiydi bu kent. Isidoros bu mirasın getirdiği geleneği devam ettiriyordu. Zaten Ayasofya'nın inşaatından önce de Platon'un kurduğu “Akademinin hocalarından biriydi. Şimdi asıl soru şu; Bir matematikçi ve bir fizikçiyle bina inşa edilebilir mi? Mimar yoktu, zaten Ayasofya'yı ilginç kılan daha birçok şey var. Bana kalırsa hoş bir detay bu. Anlamı Kutsal bilgelik olan Ayasofya'yı, pozitif bilimlerden beslenen ve onu besleyen iki adamın ayağa kaldırması. Justinianus onlardan o zaman kadar yapılmamış olanı istemişti. Onlar da bilim elverdiğince bunu yapabilmişlerdi.



İsidoros ve Anthemios'un kendilerine plan çizecek bir mimarları yoktu ama çok çetin bir işverenleri vardı. Justinianus yapım aşamasının her anını yakinen takip ediyordu ve direk müdahalelerde bulunuyordu. Rivayet o ki bunun için de inşaatın yakınlarındaki saraya bir eklenti yaptırmıştı. Ne de olsa patron oydu. Antik dönemin yapıları anıtsallık taşır bunun nedenlerinden biri de bir mesaj taşımasıydı. Okuma yazma oranlarının çok düşük olduğu ve kitap basımının hayal bile edilmediği zamanlarda siyasi otoritenin mesajları binalarla anlatılıyordu. Belki de bu yüzden ilk iki Ayasofya dikdörtgen planlı iken, bu üçüncü yapı kareye yakın merkezi bir planla yapıldı. Amaç dağılan siyasi otoritenin bir elde toplandığının sergilenmesiydi. Zaten Justinianus harap olmuş ikinci Ayasofya'nın hiçbir malzemesini kullanılmasını istemez. Bunların hepsi temel inşaatında kullanıldı. Bilim adamlarının yaptığı yeraltı röntgen araştırmalarından öğrendik bunu. Bu ilk defa denenen teknik garip şekilde işe yaradı ve depremlere karşı bir yastık vazifesi görmesini sağlayarak bu zamana kadar uzanmasına neden olur. İkinci Ayasofya'dan pek Bir şey kullanılmaz dedik ama zarar görmemiş ek bir bina bırakıldı. Skeuophylakion adı verilen ve Ayasofya bağışlarının yanı sıra kutsal emanetlerin saklandığı silindir yapıydı bu. Günümüzde Ayasofya'nın Topkapı Sarayı'na bakan cephesinde Halı Müzesi olarak kullanılan bölümde görülebilir.



Yeni binanın daha öncekilerle aynı kaderi paylaşmasını istemez Justinianus ve iki yardımcısı. Bunun için sadece planı değil aynı zamanda yapı malzemelerinde de değişikliğe gittiler. Yeni yapının içindeki ahşap unsurlar minimize edildi. Kapıların bile korunması gerekti. Hepsi de bronzla kaplandı. Yangın bu sefer bir son olmamalıydı. Bu nedenle çatı için de yeni bir deneme gerçekleştirilecekti. Bir kubbe. Bu denli büyük bir yapıyı örtebilmek için zaten fazla bir şansınız da yok işin açıkçası. 77 metrekarelik iç mekanı örtecek en az 100 metrelik ağaçlar bulmanız lazım ki bunların ağırlığıyla taşınması da ayrı bir sorundu. Bir kubbe koyulacak da o zamana kadar uygulanmamış ve Osmanlı'ya kadar da uygulanmayacak bu yapı şeklinin kubbesi nasıl taşınacaktı ana bina tarafından. Kubbenin bir ağırlığıyla yıkılmadan ayakta kalabilmesi için oldukça hafif bir malzeme bulunmalıydı ve bulunacaktı.



Bizans ve Roma kubbeyi biliyordu. Bunu Roma'da 2. yüzyılda inşa edilmiş Pantheon'da görebiliyoruz. Romalılar bu tip anıtsal yapıları inşa ederken “puzzolona” adı verilen yanardağ külünden elde edilen hafif bir harçla binalarını yapıyorlardı. Doğu Akdeniz'de ise bu killi tuğla ile gerçekleşiyordu. Peki bu killi tuğlaların ağırlığı Ayasofya'yı ayakta tutabilecek kadar uygun muydu? Hem evet hem hayır. Hayır çünkü ağırdı. Evet çünkü hafif olan bulunacaktı. İmparatorluğun her köşesine emirler verildi ve en hafif tuğlanın bulunması amaçlandı. Aradıkları Rodos Adası'ndaydı. Rodos'un 800 derece pişirilen killi tuğlası hafifti. Çünkü diğer tuğlalar 1500 dereceye kadar pişirildiği için, içindeki hava kabarcıkları yok oluyor ve daha ağı hale geliyorlardı. Aradaki fark ne diye merak ederseniz şöyle diyebilirim; 12 rodos tuğlasının ağırlığı bir tuplaya denk geliyordu. Bu da binanın 12 kez daha hafif olmasına imkan veriyordu.



İnşaatın başlamasını takip eden birkaç yıl içinde Anthemios öldü. İşin son haline vermek Isidoros'a kaldı. İnşaat hızla devam ediyordu. Derler ki Justinianus'un devasa bir tapınak istemesinin sebebi, inşaatta çalışmaya başlayan halkın başka şeylerle ilgilenmesini engellmekti. Bu zalimane tavrına rağmen işçilerin ücretleri günü gününe ödeniyordu. Hatta şansı olanlar gün sonuna doğru harca gizlice konulan altınları bularak gün sonu büyük bir bonusla eve dönme imkanına sahiptir. Bu belki de büyük bir efsanedir. Zaten o kadar çok efsane var bu bu yapının inşası ile alakalı. İlk başladığından itibaren anlatılan bu söylenceler belki de onun bu zamana kadar gelen gizemini arttırdı. Hadi bu efsanelere bakalım.



Efsane bu ya diye başlanır hep biz de öyle yapalım. Justinianus, Nika'yı takip eden günlerde bir ayin sırasında kutsal ekmeği yemek üzereyken, ekmek yere düşer. Yine efsane bu ya bir arı bu ekmek parçasını alıp kaçar. Justinianus bu ekmek parçasının bulunmasını emreder. Bakılmadık kovan kalmaz ve sonunda aranan bulunur. Ama karşılarına çıkanı Justinianus'a götürürler. Gördüğü manzara karşısında bunun bir ilahi mesaj olduğuna kanaat getiren imparator, yeni yapılan kilisenin kovan içinde arılar tarafından işlenerek balla kaplanmış kutsal ekmeğe benzetilmesini emretmiş. İyi hikaye. Tabii daha neler var, inşaatı bekleyen melekler, altın küpleriyle gelen başka bir melek ve saire ile yapı daha inşaatından itibaren efsanelerle sarılır ve bugüne dek de böyle süregelir. Biz gene bilgelikten şaşmadan inşaata dönelim.



İmparatorluğun her yanından malzeme geliyordu. Özellikle mermerler göz kamaştırıyordu. Mavi dalgalı Marmara mermeri, porfir denen mor renkli iskenderiye mermeri, yeşil renkli Yunan mermeri yanında Tunus'tan, Fransa'dan, Suriye'den getirilen parçalarla Ayasofya tüm devletin birleştiği nokta olmuştu. Bir mücevher kutusunu andıran yapı Rodos tuğlalarının hafifliğiyle yükselirken binanın ağırlığıyla ilgili sorunlar yine de görülmeye başladı. Bunun önüne geçmek için karşı ağırlık olması adına payanda ayakları eklenmeye başladı ve bu ekler sadece inşaat sürecinde değil, tüm tarihi boyunca Ayasofya'ya eklenmeye devam etti. Bu sorunlarda geçici sorunlarla halledildikten sonra, ona asıl karizmasını kazandıracak olan kısma yani kubbeye gelmişti. Kare bir planın üzerine dairesel bir eklenti kondurmanın sıkıntıları ciddi boyuttaydı. Sınırlı bir dünyayı simgeleyen kare bir plana sonsuz göklerin sembolu kubbe koymak, işte asıl mesele buydu. Bunun için kareyi önce sekizgene çevirdiler. Destek ayaklarının boşluklarına dairesel üçgen olarak tanımlayabileceğimiz pandantifler eklendi. Bu kavisli üçgenler kubbenin ağırlığını sadece kemerlerle taşınmasının önüne geçip ağırlığı dağıtıyorlardı.



Netice de 537 yılında Ayasofya bir törenle açıldı. Justinianus, patrikle beraber gelip içeri girdi. Anlatılan rivayete göre bir anda vaaz kürsüsü olarak kullanılan “ambon”'a doğru koşup, “Ey Süleyman, Seni geçtim” demiş. Bunu dönemin kaynakları yazmaz daha çok 11. yüzyıldan sonra onun hırslı karakterini yansıtmak için kullanılan bir hikayedir bu. Tüm anlatılan hikayeler efsanelere rağmen 557 yılında kubbe çöktü. Hata Bizans Mimarlığındaydı. Kubbenin kavisi yeterli değildi ve oldukça alçaktı. Bu durumu çözmek için gözler Isidoros'u aradı hemen ama o da yakın zamanda gökteki yıldızlara kavuştuğu için belki de sırf adı benziyor diye usulca sokulup yeğenine bu işi yapabilir misin diye sordular. Yeğen Isidoros, kubbeyi altı metre kadar yükseltip daha eğimli hale getirdi. Ayrıca daha da hafiflemesi için açılan 40 adet pencereyi de payandalarla destekledi. Oldukça hassas çalıştı yeğen. Şöyle ifade edelim ki, 25 yıl önce tüm binanın inşaatı 5 yıl 10 ay sürerken bu sefer sadece kubbe için bu süreye ulaşıldı. 562 yılında artık seksenli yaşlarını süren Justinianus, daha vakur ve hadi rahatça söyleyelim daha efendi bir biçimde ayasofya'ya geldi. Patriğin hemen arkasında duruyordu bu sefer. Patrik kapının önünde durup onun için Eski Ahitten mezmurlar 23. bölümü okudu.



Kaldırın başınızı, ey kapılar, açılın ey eski kapılar. Yüce kral içeri girsin



Kapılar Justinianus için açılır ve uzunca süre kapanmaz.



Kapılar açık kalmaya devam etti fakat Bizans yakın bir süre sonra yeni imparatorlarla yeni kavgaların içinde buldu kendini. Eski Ahit'te tasvis yapmayacaksın emri ve yeni bir din olarak yayılan islamın tasvir yasağı Bizans'ta ortalığı karıştırmıştı. İmparator III. Leon'un saray kapısındaki İsa heykelini indirmesi ile başlayan ve tasvir kırıcılık anlamına gelen “ikonoklazma” dönemi 117 yıl sonra bitti. Ayasofya'nın bundan nasıl etkilendiğini bilmiyoruz. Çünkü Justinianus'un Ayasofya'sında ya tasvirler hiç yoktu ya da bu süreçte tahrip edildiler. Buna rağmen sanat tarihçileri tarafından en güzel meryem olarak anılan tasvir ise 867 yılında yani ikonaklazma sonrasından başlayarak hala bize bu güzelliği sergiliyor. Theotokos adı verilen bu tasvir doğu tarafındaki yarım kubbenin iç yüzünde durmaktadır. Theotokos, tanrıyı doğuran demektir Yunanca'da ve genellikle Ortodoks kiliselerinde olmazsa olmaz bir detay olarak karşımıza çıkar. İsa'nın doğasına bağlı tartışmalar zaman içinde başka boyutlar aldıkça, Meryem'in de kişiliği yüceltiliyor. Unutmayalım erken Hıristiyanlık dönemlerinde çok fazla pagan var ve bunların dine kazandırılmaları amaçlanmıştır. Meryem, Ana Tanrıça figürünün bir dönüşümü olarak gelişiyor. Zaten Mısır kökenli İsis'in oğlu Horus ile olan tasvirlerinde de aşağı yukarı aynı kompozisyon görülür. Geleneğin sürekliliği diyelim. Bu devasa mozaikte, cennetin kutsal ışığı olan altın rengi fon alınmış. Meryem arkalıksız, değerli taşlarla süslenmiş bir tahtta çifte minderin üzerine oturmuş haldedir. Kucağındaki bebek İsa ile inananları kutsamaktadır. Dediğim gibi bu Ayasofya'daki en eski tasvirli mozaik ve buradan başlayarak bir geleneğin de öncüsü olur. Şimdi biz de bu mozaik panoyu kendimize başlangıç noktası alarak diğer tasvirlere ve süslemelere geçelim.



Ana giriş kapısıyla başlayalım. Ortadaki devasa merasim kapısı üzerinde bizi pantokrator karşılar. Yunanca'da Pan herşey, Afrokrator ise hükmeden anlamlarına gelmektedir. Herşeye hükmeden İsa. Ortodoks kiliselerinde sıkça kullanılan Bu kompozisyon için Semavi Eyice İsa'nın Zeus'a benzediğini yazar, Yıllar Boyunca İstanbul kitabında. Aslında haksız da sayılmaz zira çok tanrılı pagan inanışında da bu pantokrator ifadesi Zeus için de kullanıyordu. İsa'nın sol elindeki İncil'in sayfaları açıktır ve burada “Esenlik sizinle olsun, Ben dünyanın ışığıyım” yazmaktadır. Sağ eli ile de İsa bizi kutsamaktadır. İsa'nın her iki omzunda bir madalyon içinde tasvir edilenler ise melek Cebrail ve Meryem'dir. Bir de yine İsa'nın sağında yerden diz çökmüş bir adam vardır. Yaptıkları için bir af dileme veya merhamet dilenmektedir. Kim olduğu tam olarak belirtilmemiş olsa da yapıldığı ve yaşanan olaylardan yola çıkarak bu kişinin VI. Leon olduğu kabul edilir. 886 ile 912 yıllarında tahtta oturan Leon'un ilk iki evliliğinden çocuğu olmaz. Küçük bir bilgi eki, katolik ve ortodoks kiliseleri arasındaki ayrım noktalarından biri de bu evlilik mevzudur. Katolik nikahı ebedidir ve dul kaldığınızda yeniden evlenemezsiniz. Ortodokslukta ise eğer ilkinde çocuğunuz olmamışsa ikinci defa evlenebilirsiniz. 3. evlilik ise Roma'dan beri kabul edilen Bir şey değilken 4. evlilik hayvanların tabiatında olduğu kabul edilmiş. Leon evlatsız geçen iki evliliğin ardından 3. kez evlenir. Açıkça onaylanmasa da bu evlilik de görmezden gelinerek geçiştirilir. Fakat bu 3. eşin vakitsiz ölümü üzerine, Leon'un metresinden bir çocuk dünyaya gelir. Evlenmek istese de patrik tarafından şiddetle reddedilir ve hatta Ayasofya'ya girmesine izin bile verilmez. Uzun müzakereler sonucunda şöyle bir karar alınır, Leon'un metresi saraydan gönderilecek ve çocuk ancak o zaman vaftiz edilecektir. Bu yüzden biz de Leon'u imparator olarak iç mekanda görmeyiz. O kabul edilmemişti içeriye ve bu yasağın kalkması için İsa'dan şefaat dilenir. Hristiyanlıkta bir gelenektir bu. Tanrı ile olan münasebetlerinde bir aracının kullanılması. İsa, Meryem, Yahya, azizler insanlar için aracılık yapıyorlardı. Bu yüzden Leon, İsa'dan kendi için tanrıya aracılık etmesini istiyor. Bu konuyu işleyen başka bir mozaik ise ikinci kat galerilerinde. Hadi yukarı çıkalım. Güney galerisindeki bu tasvirin adı DEESİS. Tam anlamıyla yakarış demek. Burada İsa yine ortada konumlandırılmış. Solunda hazreti Yahya, diğer yanında ise Meryem. Son yargı öncesinde insanların günahlarına karşı bir şefaat istiyorlar. İsa'nın başı onlara dönük gibidir ama bakışları bize doğru. Sanki, sizin yaptıklarınızı onlardan dinledim, ne yaptığınızı biliyorum der gibi bize bakarken sağ eliyle de kutsamaktadır. Rahatlayabiliriz, günahlarımızdan arındık.



Aynı koridorun sonuna doğru duvardaki pencerenin her iki tarafında birbirini andıran iki mozaik pano daha var. Önce soldakine bakalım. Ortada tanıdık bir şekilde pantokrator İsa bulunuyor. Onun sağında elinde “apokombion” adı verilen keseyi taşıyan Roma İmparatoru Konstantinos Monomakhos resmedilmiş. Bunu hemen kafasının üzerinde bulunan açıklama yazısından anlıyoruz.



Romalıların inançlı imparatoru, İsa'nın kulu Konstantinos Monomakhos”



Bu imparator hakkında tarihte bonkörlüğüyle ilgili anlatılan çok şey var. Onun zamanına kadar gelen hükümdarların hiçbirinin bu kadar bağış yapmadığı aktarılıyor. Ama yine de bir şey var yerine oturmayan, gelin bir de İsa'nın diğer tarafındaki imparatoriçeye bakalım, aradığımızı onda bulabiliriz belki. Elinde kiliseye olan bağışlarının listelendiği bir rulo turmakta ve hemen kafasının üzerinde eklenmiş bilgiye göre bu hanımefendi “Çok Dindar İmparatoriçe Zoe” gerçekten dindar mıydı? Bilemiyorum. Biraz daha derine dalalım. Kendisi önemli bir imparator olan II. Basileios’un yeğeni, silik imparator VIII. Konstantinos'un da kızı. Babası ölmeden üç gün önce onu kentin valisi olan Romanos isimli kişiyle evlendirdi. Çünkü ortaçağ dünyasında bir kadın asil olsa da tahta tek başına geçemiyordu. Mutlaka idarenin başında kukla da olsa bir erkek gerekliydi. 70 yaşındaki Romanos, geç gelen saadetin tadını çıkarmak istedi. Roma'nın büyük imparatorları gibi davranmaya başladı. Seferler düzenledi. Sonuç hüsran tabii ki. Aleyhine olan tepkiler dinmek bilmez iken karısı Zoe de ondan yüz çevirmeye başlamıştı. Çok fazla insan onun arkasından işler çevirmeye başladı. Bunların başında ise sarayın mabeyncisi Ioannes Orphanotrophos geliyordu. Ioannes bu gergin durumu kendi lehine çevirip ikbal kapılarını açmak için kardeşi Mikhail'i Zoe ile tanıştırdı. Kendi için yegane emeli bu olabilirdi zira kendisi hadımdı. Neyse biz mevcut durumdan devam edelim. Romanos kendi aleyhindeki tepkiler devam ederken havuz başında şüpheli bir şekilde hayatını kaybeder. O kadar şüphelidir ki bu durum, adamın naaşı toprağa verilmeden Zoe, Mikhail ile evlendi. Gelin 56, damat ise 26 yaşındaydı. Tarihler Mikhail için iyi şeyler yazsa da iktidarı uzun sürmez. Çünkü sara hastasıdır. Geçirdiği nöbetler nedeniyle sıkıntılar artmaya başlayınca yeğeni ve adaşı Mikhail'i, Zoe'ye manevi evlat olarak kabul ettirip bir manastırda sonunu beklemeye başlar. Artık yeni bir Mikhail vardı tahtta. Yeni imparatorun ilk işi kendini sağlama almak oldu. Belki de Zoe'den korkmuştu. Bu yüzden Zoe'yi bir manastıra gönderdi. Bu halk arasında bir huzursuzluğa neden oldu. Çünkü mikhail bir asil değildir ve Zoe olmasaydı kolay kolay tahta çıkamazdı. Şehirde bir ayaklanma başlayınca kaçar ama yine de gözlerinin kör edilmesine engel olamaz. Zoe ise kendisine bulunan yeni kocasıyla evlenmek üzereydi. Fakat yeni aday da tıpkı Zoe gibi daha önceden iki defa evlenmişti. Sorun yine bir şekilde çözüldü doğal olarak, ne de olsa anayasalar bir kez delmekle fazla zarar görmüyor. İşte bizim bu mozaikte gördüğümüz beyefendi de bu son koca Konstantinos Monomakhos. Tüm bu karmaşık olayın yansımasıdır bu pano. Bunun izleri de kolayca okunur. Eğer panoya dikkatle bakarsanız konstantinos'un adının yazılı olduğu ve kafasının çevresinde tahrip edilmiş yerleri kolayca görürsünüz. Sanat tarihçileri bu tahribatları her evlilikten sonra yapılan değişikliklere bağlıyorlar. Yani orada sırasıyla Romanos, 4. Mikhail, 5. Mikhail'in isimleri ve yüzleri vardı ve tacı başına koyanla değiştirdiler.



Pencerenin diğer tarafındaki panoda ise başka bir hanedan mensupları görünür. İmparator II. Ioannes Komnenos ve eşi Eirini ile oğulları Alexios. İlk bakışta Alexios ilk başta gözden kaçabilir bir pozisyondadır. Bu genç arkadaşımız annesinin yanındaki duvarın iç kısmına resmedilmiş. Oğulun buraya resmedilmesinin sebebi yaşadığı dönem boyunca babasıyla ortak imparator olmasıdır. Bu panodaki bir diğer bir detay ise Eirini'nin saçlarında gizli. Çünkü bir macar prensesiydi ve onun bu köken vurgusunu yapmak için Zoe'den farklı olarak sarı saçları açık bir şekilde gösterilir. Bu ilişki de Zoe'nin ki kadar entrika yok maalesef hatta belki de tüm Bizans tarihinin en sadık ilişkisi bu çiftte olmuştur.



Buradan aşağıya doğru gitmeden önce günümüzde restorasyon iskelesinin olduğu kuzey cephenin pencereye benzeyen kemerli girintilerinde üç figür görürsünüz. Bunlar azizlik mertebesine yükseltilmiş 3 patriktir. En soldaki Genç İgnatios, sağdaki Antakyalı Ignatios ve ortadaki de meşhur Ioannes Chrysostomos. Bu galerideki ziyareti bitirmeden önce kenarda köşede sanki saklanmışçasına yapılmış bir mozaikten söz etmek istiyorum. Restorasyon henüz devam ettiği için geçiş yok ama bir görme şansını yakalarsınız diye değinmeden geçmemeli. Bir imparator mozaiği olan bu panoda resmedilen kişi tarihi kayıtlarda patavatsızlığı ile ün salmış Aleksandros. Sarhoşluğu dillere yayılmış ve hatta bu yüzden de gelen Kiev elçilik heyetine yaptığı saygısızlık yüzünden savaşa neden olmuş Aleksandros'un mozaiğinde şunlar yazılıdır. Tanrım, Ortodoks ve Sadık kulun Aleksandros'a yardım et.



Dışarı çıkmadan son görmemiz gereken mozaik ise sunu mozaiği olarak anılan pano. Karşımızda yine bir theotokos bulunuyor. Bu Ayasofya'nın üçüncü theotokos'u. Daha başkası var mı? Bilmiyoruz. Theotokos'un iki yanında ellerinde bulunan maketleri kutsamak için bekleyen kişilerden sağdaki Konstantinos ve elinde tuttuğu ise şehrin bir maketi. Diğer tarafta ise Ayasofya'nın banisi Justinianus. Her ikisi de Hıristiyanlar için yaptırdıkları şeylerin koruyuculuğunu yapması için Meryem ve İsa'ya sunmaktadır. Bu mozaik 10. Yüzyıla tarihleriniyor. Bu kapı imparatorların kendilerine ayrıldığı mekan olan Metatorium'a geçiş yaptıkları bir merasim noktası aynı zamanda. İçeriye giriş noktası olduğu için de, gelenleri, Binayı yaptıran, şehri yaptıranla aynı zamanda bunların koruyucusu Meryem ve İsa karşılamaktadır.



Zamanın hızını ayarlamakta insan çaresiz dostlar. O kadar derin mevzuya girip çıktık ki programın sonunun nasıl geldiğini anlayamadık. Bu haftalık bu kadar, haftaya yaşanmış yıkımları yağmaları, tılsımları, ayrılıkları ve camiye çevrilmesiyle beraber Osmanlı Ayasofyasını konuşmaya çalışacağım.



Kulak ulemasının toplandığı limandan Kaptan rehberiniz Hilmi Çalış'tan herkese haftaya kadar sağlıklı günler efendim. Esen kalın...





19 Mart 2020 Perşembe

İlk Sohbet by Kulak Uleması

Ayasofya- ilk adım


Herkese merhaba;
Kulak ulemalarının toplandığı güvenli limandasınız, ben kaptan rehberiniz Hilmi Çalış, yaklaşık yarım saat boyunca sizlere ev sahipliği yaparak bir Ayasofya anlatısı gerçekleştireceğim. Bu podcasti dinlediğiniz cihazın sesini biraz daha açın ve anlatılacak hikayelerin tadını çıkarın…

Anlatılacak hikayeler diyorum zira Ayasofya gibi anıtsal tek bir binadan bahsetsek de o koca kubbenin altında çok ilginç hikayeler var. Eğer kabaca İstanbul tarihini 3000 yıl sayarsak Ayasofya tek başına bunun yarısına şahitlik etmiş nadide bir tanıktır. Hazırsanız, başlayalım bakalım bu dilsiz tanığın anlatacaklarına

Kabaca 3000 yıl dedik ama daha detaylı aktarmak gerekirse milattan önce 667’de kent kuruluyor. Öyle ahım şahım bir şey de değil ha... Sadece Topkapı Sarayı'nın olduğu alan ve belki de biraz daha fazlası. Günümüzde, Ayasofya'nın olduğu yer bir “Akropolis”. Ne demek şimdi bu?  Bu terim, Yunanca üst şehir anlamına geliyor. En yüksek yer tabii ki göklerin hakimi yüce tanrılara rezerve edilmiş o vakitlerde de. Bu sebeple bu noktaya dikilmiş tapınak veya tapınaklar mevcutmuş. Rivayete dayalı bir kalıp kullanıyorum. Zira elimizde bu noktada kesin olarak bulunan tapınma alanları ile ilgili tevatür çeşitli. Ben burada genel kabul gören iki tapınağın adını anmakla yetineceğim. Artemis ve Afrodit tapınakları istisnasız çoğu kaynakta tekrar edilen yapılar. Bu aslında daha sonraki dönemi anlamak için de oldukça hoş bir detay. Çünkü kentlerin koruyucu tanrı ve tanrıçaları vardır. Örneğin Atina'nın Athena, Efes’in Artemis. Bu gelenek aslında hıristiyanlıkta da pek değişmiyor. Sadece tanrıçadan Tanrı anasını evriliyor. Bu bilgiyi kılavuz alıp, çok tanrılı kentin koruyucusu Artemis dersek Hıristiyanlıkta ise bu isim Meryem oluyor. İleride de de ineceğimiz gibi Ayasofya üzerinde ve Bizans genelinde koruyucu hep Meryem Ana kabul edilmiştir. İşte, kültür bu şekilde bir gelenekten başka birine geçiyor…


Neyse, şimdi biz buradaki tapınaklara dönelim. Bunlar 330 yılına kadar buradalar. 330 yılında,  inancı dini efsanelere konu olmuş ve adı kente verilmiş olan Konstantinos bu şehrin çok dilli ve çok dinli bir altyapıyla Roma İmparatorluğu'na eş Başkent ilan ediyor. Buraya da bir not düşelim. Çünkü çok duyduğum bir hatayı düzeltmek istiyorum. Konstantinos’un Hristiyanlığı resmi din yaptığı ile ilgili söylenenler. Evet, imparator olurken gökte İsa'nın kendisine “Bununla kazanacaksın” dediği söylense de, 313 yılında Milano Fermanı ile inanç özgürlüğünü getirse de, annesini kutsal topraklara göndererek İsa'ya ait emanetleri buldurup  öldüğünde kendini 13. Havari olarak gömdürse de, 60 yıl sonra Roma tacını kafasına koyan Theodosius gibi Paganlara bir kısıtlama getirmemiştir. Hatta bir de tapınak yapılmıştır Paganlar için. Talih tanrıçası Thyke’ye ithaf edilen tapınağın bu yayında geçmesinin nedeni Ayasofya yakınlarında bir yerde inşa edilmiş olmasıdır. Günümüzde aktarılanlar çeşitli olsa da Ayasofya'nın bulunduğu yerdeki ilk Kilise Konstantinos’un oğlu Konstantius tarafından MEGALO ECCLESIA adıyla, 15 Şubat 360 yılında İstanbul patriği Eudoksius’un dualarıyla açıldı. Bu ilk Ayasofya hakkında elimizde çok detaylı bilgi yok. Oturup ağlamak yerine eldeki anlatımlardan yola çıkıp tarihi hafiyelik yapalım o zaman. Şunu kesin olarak biliyoruz ki, burada inşa edilen ilk kilise doğuya doğru uzanan dikdörtgen bir binaydı ve ahşap kırma çatısı kiremitlerle kaplıydı. Ayrıca, Aya İrini, Saray ve Senato binaların olduğu önemli bir kavşak noktasındaydı. Dönemin tarihçilerinden o yapının da şimdiki gibi imparatoriçe ve diğer kadınların ibadeti için ayrılmış Gynathykon adlı galerisinin vücut olduğunu da  öğreniyoruz haremlik selamlık o dönemden başlıyor diyebiliriz. Neyse bu ilk yapının açılışını takip eden ilk yılda bir deprem meydana gelir. 380’de ise erken Hıristiyanlık Devri'nin farklı inananları Ariusçuların saldırılarına göğüs gerer devasa kilise. Lakin 404 yılına gelince inancın tahrip edici gücü bu inanç abidesini yok eder. Ya da şöyle mi desek? “İnananlar, inandıkları Tanrı’nın evini, inançlarını korumak için harap ettiler.” Tekerleme gibi oldu. Bunu hatasız okuyana hediye verebiliriz mesela ileriki bölümlerde. Şimdi 404 yılına gidelim ve bir bakalım. 20 Haziran 404 de ne olmuş?


Roma'nın doğu ve batı olarak ikiye bölünmesi sonrasında doğunun ilk imparatoru Arcadius, patrik olarak da Antakyalı Ioannes Hrisostomos’u görürüz. Oldukça koyu bir dindar olan Hrisostomos, zamanında çok tanrılı Pagan tapınakları’nın yıkılması ve bu inançlara meyledenlerin Hıristiyanlığa kazandırılmasında katı politikalar izlemiştir. Bu politikalarının kaynağını ise güçlü hitabet sanatına dayandırmıştır. Zaten asıl adı olan Ioannes’ten çok telaffuz edilen lakabı Hrisostomos “Altın Ağızlı” anlamına geliyor. Daha sonraki dönemde azizlik mertebesine yükseltilen bu kilise babasının kemikleri bile değer görür. Venedik'e kaçırılan naaşı geçtiğimiz yıllarda Papa Benediktus tarafından tekrar İstanbul'a getirildi. Laf Lafı açıyor daha günümüzde ayakta duran Ayasofya'yı anlatmaya başlamadan bir sürü kişiden ve hikayeden söz ettik bile. İşte anıtsal yapıların özelliği de burada gizli. Öyle koca koca, göğe dek uzanan eserler, binalar, ibadethaneler, yapmak mesele değil. Mesele, tarihin derininden gelen hikayelerle anlam kazanmış yapıların seslerini duyurabilmek. Eskinin kopyasıyla, insan içinde bulunduğu zamanı yüceltemiyor. Sadece mış gibi yapıyor. Çok derine daldık. 


Altın Ağızlı Ioannes, keskin nutuklar atıyordu. Fakirlik kaynağı gördüğü zengin yaşam hakkında. O konuştukça halkın ona ilgisi de artıyordu. O konuştukça bazıları da ona kızıyordu. Bu yüzden bir sürgüne bile gönderilir. Ama ilahi bir uyarı sayılan deprem sayesinde geri çağırılır. İkinci defa patriklik makamına oturan Ioannes’in en büyük düşmanı ise onu daha önceden sürgüne yollayan Aelia Eudoksia idi. Çok dindar bir kişilik olduğu kaynaklarda belirtilen Eudoksia’nın amacı, kocası İmparator Arcadius’un silik karakterinden istifade ederek, Patrikhane’de de dahil olmak üzere tüm kararlarda son merci olmaktı Ioannes ve Eudoksia’nın çekişmesi toplumu da germişti. Artık sadece bir kıvılcım bekleniyordu. O kıvılcım bir heykelle çaktı. Eudoksia bir heykelini yaptırdı. Bir Yunan Tanrıçası görünümünde, gümüş kaplamalı heykel günümüzde, Topkapı Sarayı'nın önündeki 3. Ahmet Çeşmesi’ne yakın bir yere kondu. Kaidesinde şunlar yazılıydı…


Bakınız, imparatorların kentte hükmettiği yerde porfir sütun ve gümüş imparatoriçe. ismi nedir diye soracak olursanız, Eudoksia.  Peki onu buraya kuran? Asil vali yüce konsillerin soyundan Simplicius.” 

Bu, hem halkı hem de Ioannes’i çok sinirlendirdi. Takip eden günlerde kilisede gerçekleşen bir ayin sırasında, İmparatoriçe’ye dönüp şunları söyledi.
 “Tekrar Herodias çılgınca eğleniyor. Tekrar rahatsız dans ediyor. Tekrar ve tekrar Yahya'nın kafasını almak için arzu duyuyor.


Burada, Hazreti Yahya'nın ölümüne gönderme yapan Ioannes’in ne demek istediğini daha detaylı öğrenmek isteyenler araştırarak devamını getirebilir. Konuyu daha fazla dağıtmayalım. Tabi ki beklenen oluyor ve sürgün kararı çıkıyor. Nereye mi? Arcadius tarafından çok sevdiği eşi Eudoksia’nın adını verip “Eudoksiapolis” olarak anılmaya başlanan Silivri’ye gönderilebilirdi ama soğuktur şimdi oralar. Bu yüzden Ermenistan’a sürgün ediliyor. 20 Haziran 404’te Iannes’in sürgününü protesto eden destekçileri bir yangın çıkarıyor. Ahşap unsurları fazla olan bu yapının kolayca yandığını kolayca tahmin edebilirsiniz. Hiçbir iz kalmaz bu birinci Ayasofya'dan günümüze. Sadece, olayların ateşini yakan heykelin kaidesi, suçlu gibi sessizce günümüzde giriş turnikelerin sol tarafında gözden ırak durmaya devam eder…


Büyük yangının ardından herkes birbirini suçlar. Ortalık yatışınca, o güne kadar pek sesi soluğu çıkmayan Arcadius, sahne alıp yeni bir kilisenin aynı yere yapılmasını emreder. Belki de eşinin neden olduğu olayların sonundaki yıkımın kefaretini ödemek istemiştir bilemiyoruz. Neticede Rufinus adlı bir mimar yapıyı inşa etmeye başlar. Bu arada Eudoksia Ekim 404’te, Arcadius ise 408 yılında son nefeslerini verirler. Tahta henüz 7 yaşında olan ve dedesi ile aynı adı taşıyan Theodosius geçer. İnşaat devam ederken batıdan gelebilecek Got saldırılarını engellemek için günümüze dek ulaşan ve önümüzdeki yayınlarda da konuşacağımız surların inşasına başlanır. Bu inşaat faaliyeti daha çok güvenlik gerekçesi taşıdığı için kilisenin yapımı belli bir süre durur. Önce can tabi ki. 11 yıl süren inşaat sürecinin başka türlü açıklamak zor. İki çılgın projenin devam ettiği sırada kutsiyeti arttırıp inşaatı hızlandırmak için bazı kutsal emanetlerde arka arkaya şantiyeye gelmeye başlar. Hz İsmail, Hz Yusuf, Hz Zekeriya gibi adı Tevrat’ta geçen peygamberlerin naaşlarından bazı parçalar getirilir. Adı Tevrat’ta  geçen ifadesini bilerek kullandım. Zira daha İslam'ın gelmesine 200 yıl var ve bu isimler Eski Ahit de denen Tevrat'ta geçen dini figürler. 


10 Ekim 415 tarihinde, Patrik Atticus tarafından kutsanan ve henüz 14 yaşındaki İmparator 2. Theodosius tarafından açılan yeni kilise şehrin yeni baş katedralidir artık. Sütunlarla çevrili atrium adı verilen avlunun bulunduğu yapı, sütunların böldüğü ve nef adı verilen 5 adet koridorla doğuya doğru uzanıyordu. Aslında günümüz Ayasofyası ile aynı doğrultudadır. 1935 yılında yapılan kazılarda elde edilen bilgilere göre bugünkü Ayasofya'dan 2 metre daha aşağıda yer alıyordu. Bunun nedenini ileride anlatacağım. Bugün Ayasofya’ya gittiğinizde, bilet gişesinden geçip ana binaya doğru giderken 6 adet koyunun görüldüğü mermer parçalarının teşhir edildiği bir çukur görürsünüz. Neredeyse 4 metre derinliğindeki bu çukur avlu olarak adlandırıldığı adlandırdığımız atriumun zemini. 2. Ayasofya'ya bu noktadan 5 basamakla çıkılıyordu. Birincisinin kanımca bir kopyası olan bu yapıdan, elimize giriş cephesi ile alakalı çok fazla parça geçmiştir ki bunlar da müze bahçesinde sergilenmeye devam ediyor. Günümüz Ayasofyası baş döndürücü olsa da ikinci binaya ait parçaları görmenizi şiddetle tavsiye ederim. İşte 415 yılında açılan  ikinci binada kabaca bu şekilde tanımlanıyor. Bu binadan bize gelen yegane hikaye onun yıkımına neden olan isyandır. Bir İmparatorun o tahtı elde tutmak için ne kadar kanlı kararlar alabildiğini göreceğimiz, bir kadının bir erkekten daha cesur olduğuna şahit olacağımız ve bu cesaretle 30.000 insanın kanını nasıl akıtıldığına değineceğimiz o meşhur olay. Nika isyanına gidelim. İstikametimiz 532 yılı.


527 yılında, amcası Justinus’un ölümü üzerine tahta Justinianus isimli kişi geçti. Sıradan biri değildi. Makedonyalı, köylü ve cahil bir aileden gelmişti. Amcası kendi cehaletini iyi bildiğinden, yeğenini himayesine almış ve onun iyi eğitimden geçmesine yardımcı olmuştu. Belli bir yaşa gelen Justinianus artık idarenin perde arkasındaki sahibiydi. 527 yılında ise idareyi aracısız ele aldı ve 38 yıl bırakmamayı başardı. İşte tarihin bu tartışmalı figürü olan adam ve karısı sayesinde bugün gördüğümüz Ayasofya ayakta ve o kanlı günlerin hikâyeleriyle ziyaretçilerini kucaklayıp kulak kabartanlara bunları anlatıyor.


Caeser Flavius Justinianus. Belki de Ortaçağ’ın son büyük imparatoru. Roma her ne kadar mirası yenmiş tüketilmiş olsa da, o topraklara yeniden hakim olan imparator. Sadece İstanbul'a değil dünya tarihine de kanun yapıcı imparatorlardan biri olarak geçmişti. Buna rağmen pek de sevilmemişti zamanda. Bakın onun yakınlarında bulunmuş tarihçi Prokopios bize Justinianus’u nasıl anlatıyor. 


Basit bir insandı. Bir eşek ne kadar duyguluysa o kadar duyguydu. Kim yularından çekerse oraya giderdi. Hem dolandırıcı hem de aptaldı. Duyguları için değil ama menfaati için kolayca gözyaşı dökerdi. Sanki doğa insanların elindeki bütün şeytanlık eğilimlerini toplayıp bu adamın ruhuna göndermişti.”


Yazarımız fazla ateşli, fırsatını bulsa imparatoru kolayca yakabilirmiş ama olmamış tabii.. Bu satırlar Justinianus öldükten sonra kaleme alınmıştır. 


Justinianus döneminde, imparatorluk hem içerden hem dışardan saldırı altındaydı. İçerde halkın dini ve siyasi bölünmüşlüğünü kendi lehine kullanarak bir denge politikası uyguladı Justinianus. Diploması ile de aynısını düşman devletler ile gerçekleştirdi. Devletin kuvvetlerini halkın üzerinde bir tehdit olarak kullanıyordu. Risk görülen kişilerin mallarına el konulup ya sürgüne gönderiliyor ya da zindana atılıyordu. Tarihin tekerrür noktalarından biri olan bu süreçte ise en büyük yardımcısı İmparatoriçe Theodora idi. Bakın, tarih bizim o kadar çok şey konuşmamıza yol açıyor ki Ayasofya’ya bir türlü gelemiyoruz. Hadi bu kadının da hayatına bir parça dokunup, 532 yılında yaşanan isyanla Ayasofya'nın nasıl yok olup yeniden yapıldığına bir bakalım. Theodora, Acacius isimli bir ayı bakıcısının 3 kızından ortancasıdır. Bu Adamcağız erkenden hayata gözlerini kapatınca 3 kız ve anaları üvey babaya varırlar. Lakin kızlar serpilince, ana kızlarını sahneye çıkarıp güzelliklerini pazarlamaya başlar. Yeniden Prokopios’a dönelim.

Rezil bir karakteri vardı. Biri ona tokat atsa, şakaya vurup elbiselerini oracıkta çıkartıp, mahremini ona gösterirdi. Çok sık gebe kalsa da bir şekilde düşürmeyi başardı. Onun en bilindik gösterisi, sahneye çıplak uzanıp üzerine dökülen arpaların kazlar tarafından yenmesine müsaade etmesiydi. Bu ufak gaga darbeleri ona haz veriyordu.”


Justinianus ile karşılaşırlar ve henüz tahta çıkmadan evlenmek isterler. Fakat bürokratların fahişelere evlenmesi yasaktır. Justinianus bunu da halleder. Bu kuralın bir defaya mahsus değişmesini sağlar. Karşımızda, fakir bir aileden çıkmış iyi eğitimli ve hırslı bir İmparator ile feleğin çemberinden geçmiş, zorlu bir karaktere sahip İmparatoriçe var artık. Büyük işler sıradan insanlardan çıkmıyor tarih boyunca.


531 yılı biterken başkent gergindi. Dini tartışmalar, saray bürokratlarının müsrif tutumları, barbar kavimlerin kırsal bölgelere baskınları, konulan yeni vergiler ve bunun gibi birçok sorun bir araya gelmiş bir barut gibi ortada duruyordu gereken tek şey daha önceki zamanlarda olduğu gibi sadece bir kıvılcımdı o kıvılcım 13 Ocak'ta çaktı ve beraberinde 30.000 kişi ile yakıp yok etti.


Her şey sakin başlamıştı, tıpkı fırtına öncesi gibi. Halk yavaş yavaş Hipodrom’a gidiyordu. Kalabalık arttıkça tezahüratlar da Justinianus aleyhine artmaya başlamıştı. Nihayet Justinianus kendine ayrılan locaya geldi eliyle havada istavroz çıkardı ve yarışlarının başlamasını emretti. Yarışlar başlayınca iki gruptan mavi olanlar biraz daha duruldular. Yeşiller ise daha yoğun protesto gösterilerine başladılar. Bu bir süre böyle devam etti. Sonunda Justinianus halkın ne istediğini sordurdu. Yeşillerden biri, ona çıkıp şunları söyledi. 


-İmparatora Tanrıdan uzun ömürler dilerim, ona saygımız sonsuzdur. Fakat saraydaki memurlar oldukça adaletsiz ve zalim bize daha fazla zulüm ederler diye adlarını veremeyiz.


İmparator, bunu bilmediğini, haberi olmadığını söyleyince adam şu şekilde çıkıştı. 


-Haberiniz mi yok? Madem yok, diyeyim adını o Calopides’tir.


İmparator buna sert karşılık verdi.
- Siz buraya devlet adamlarına hakarete mi geldiniz?


Yeşillerin bu cüretine kızan maviler de Justinianus’tan yana olup yeşillere sataşmaya başlayınca İmparator bu kaosu daha fazla devam ettirmedi ve daha öğle vakti gelmeden yarışları iptal etti.


Olayların birkaç saat sonrasında, kent valisi aklınca huzursuzluk çıkaranlara gözdağı vermek için 3 mahkumun idamını infaz etmeye karar verdi. Fakat ikinci mahkumun infazı sırasında ip koptu ve çıkan kargaşada 2 mahkum da kaçmayı başardı. Bunlardan biri mavi diğeri yeşillerdendi. Bu ilk defa grupların birleşmesine yol açtı. gidip Justinianus’tan 2 mahkum için af dilediler. ama reddedildiler. Valiye gittiler af için, oradan da aynı cevabı alınca ok yaydan çıktı ve valinin sarayında başlayan kargaşa ve iç savaş hali şehre yayıldı. Herkesin dilinde bir isyan parolası vardı. Herkes isyana ismini verecek O Yunanca kelimeyi haykırıyordu Nika Nika, Nika…. Galip gel, zafer kazan anlamındaki bu kelime ile daha da cesaretlenen isyancılar hapishaneyi ele geçirdiler. kontrolden çıkan güruh sadece yakıp yıkıp yağmalanıyordu.


14-15-16 ve 17 Ocak günlerinde İstanbul'da sadece bunlar vardı. İmkanı olanlar kaçmaya başlamıştı bile. Tüm hastaneler, kamu binaları ve ibadethaneler yanıyordu. Ayasofya bile. Gittikçe köşeye sıkışan Justinianus halkın karşısına çıktı. İncil'e el basıp tüm suçların affedilmesi karşılığında bu durumu bitirmelerini istedi isyancılardan. Ters tepti bu durum ve aşağılandı. O sarayına dönerken, halk da eski imparatorun yeğeni olan Hypatius’a  gidip onu imparator ilan ettiler. Ama hesaba katmadıkları çok mühim bir kadın vardı perde arkasında ve son sözü o söyleyecekti.


Sarayda bir toplantı düzenlendi. Justinianus, gemilerin hazırlanmasını emretti. Can tatlı gelmişti. Hem kendini hem de şehri kurtarmak istiyordu. saray içinden  haberler ise halka bir şekilde uçuruluyordu. Justinianus’un kaçacağı haberi gelince halk Hypatius’u, saray yerine hipodroma götürdü. Justinianus zaten kaçacaktı. Biraz zaman geçerse saray içinde çatışma olmaz diye umuyorlardı.


Tarihten alacağımız güzel bir ders; yapacağını yap, zamanında yapmadığın şeyleri sana yapabilirler. Hypatiu, hipodromda halkı selamlarken Justinianus da kaçmak üzereydi. Fakat yine tarihi belirleyen anların yaratıcısı bir kadın oldu ve kocasının karşısına çıkan imparatoriçe Theodora her ne kadar asil bir soydan gelmese de asaletin genetik bir şey olmadığını tarihe kazıdı.



Kaçmaktan başka bir çıkar yolu kalmayınca kaçmaya çalışmak adiliklerin en büyüğüdür. Yıllarca başında taç taşımış biri tacını yitireceği zaman başını da verebilmeli. Bu erguvan pelerin, kefen ararsan, sana gayet güzel bir kefen olabilir. Deniz sakin rüzgar sakin gideceksen git. Ama ben buradayım.”


Kadın bildiğin lafları ile dövüş adamı. Bu lafların etkisini anlatmaya gerek yok. General Belisarios, yanına aldığı adamlarla hipodroma gider ve kapıları tutulmuş alana yağan oklarla birlikte 30000 kişi oracıkta can verir. Nika İsyanı dinmiştir. Yaklaşık bir haftalık ağır bilançonun sonunda kent de yorgun düşer. Sadece dumanlar tütmektedir yanmış alanların üzerinde. Kan kokmaktadır meydanlar... İşte böyle anlarda gelir zafer ve diriliş. Tarih hep kazananların yazdığı bir hikayedir. Acı bir başkasına dayanak olur, ayağa kalkmak için. Justinianus, adını tarihe yazmak isteyen biridir ve bu yıkım ona istediğini vermiştir. Tüm bunlar yaşanıp biterken meydanın diğer yanında üstünde dumanlar tüten bir bina durmaktadır.  


Ayasofya'nın İkincisi de ilki ile aynı kaderi paylaşmıştı sonunda. Bir yenilik gerekiyordu kaderin tekrar etmemesi için. Bambaşka bir yol çizilmeliydi ve çizilecekti. O çizilen şey her neyse 1500 yıldır hem bize hem de dünyanın her yerindeki insanlara kendini göstermekten zevk alıyor. 

Böyle bitti hikayemizin bu bölümü a dostlar bir bina değil Ayasofya sadece. Bir tarih anlatısı, dilsiz tanığıdır yaşananların. Hikayemiz haftaya da devam edecek, malum günümüze gelen yapıdan hiç konuşmadık haftaya inşaatı yıkımı içine kendini resmedenleri, derin iz bırakanları konuşacağız


Haftaya kadar Esen kalın




ayasofya ikinci bölüm

Herkese bir kez daha merhabalar; Kulak ulemalarının toplandığı güvenli limandan, Kaptan Rehberiniz Hilmi Çalış'ın güvenli ellerin...