Herkese
bir kez daha merhabalar;
Kulak
ulemalarının toplandığı güvenli limandan, Kaptan Rehberiniz
Hilmi Çalış'ın güvenli ellerinde tarihin derin sularına yola
çıkmak üzeresiniz. Hazırsanız yola çıkabiliriz. Bu podcasti
dinlediğiniz cihazın sesini biraz daha açıp anlatılacakların
tadını çıkarmaya bakın, zira çok uzak zamanlara gideceğiz.
Geçen
bölümde, bildiğimiz Ayasofya'nın bilinmeyen tarihine bakmış,
yıkılan iki yapının hikayelerini anlatmıştık. Bugün söze,
harabeye dönmüş ikinci Ayasofya'nın Justinianus'un ikbali için
nasıl bir kaldıraç olacağından başlayacağız. Rotamız bundan
1488 yıl öncesi 532 yılındayız ve günümüze ulaşan yapının
inşa sürecinden başlıyoruz. Bu bölümde anlatılacak olanların
bir bütünlük kazanması için eğer dinlemediyseniz, bir önceki
bölüme uğramanızı tavsiye ederim. Hemen değil tabii ki bu
yayından sonra gidebilirsiniz.
Nika
İsyan'ını takip eden günlerde Justinianus kendini gücünün
zirvesinde hissediyordu. Çünkü kendine tehdit olan veya ileride
olabilecek muhalif sesleri ortadan kaldırmıştı. Hem de oldukça
kanlı bir şekilde. Şimdi gerekli olan bu durumu kendi adına
ölümsüzleştirmekti. Tüm imparatorlukta, İstanbul başta olmak
üzere bir imar faaliyeti başlamıştı. İbadethaneler, saraylar,
külliyeler, yollar, toplu konutlar, köprüler imparatorun emriyle
yapılıyor ve dönemin diğer devletleri de Bizans'ı kıskanıyordu.
Bunlara rağmen Justinianus kendi adını başkentte yükseltecekti.
Harap olmuş Ayasofya'nın yerine devasa bir şey yapmak istiyordu ve
bunun için iki yardımcısı vardı. Bu iki kişi de bu toprakların
insanıydı. İlki bir matematikçiydi. Günümüzde Aydın il
merkezinin yakınındaki antik Tralles şehrindendi. Trallesli
Anthemios. Diğeri ise yine Aydın iline bağlı Söke ilçesinin
yakınlarındaki Miletos kentindendi. Isidoros. O da bir fizikçiydi.
Buraya küçük bir ekleme yapacağım konudan ayrı. Çünkü
Miletos önemli bir yer MÖ. 6. Yüzyıldan başlayarak gözleme
dayalı ve sorgulayan doğa felsefesi mirasının takipçisiydi bu
kent. Isidoros bu mirasın getirdiği geleneği devam ettiriyordu.
Zaten Ayasofya'nın inşaatından önce de Platon'un kurduğu
“Akademinin hocalarından biriydi. Şimdi asıl soru şu; Bir
matematikçi ve bir fizikçiyle bina inşa edilebilir mi? Mimar
yoktu, zaten Ayasofya'yı ilginç kılan daha birçok şey var. Bana
kalırsa hoş bir detay bu. Anlamı Kutsal bilgelik olan Ayasofya'yı,
pozitif bilimlerden beslenen ve onu besleyen iki adamın ayağa
kaldırması. Justinianus onlardan o zaman kadar yapılmamış olanı
istemişti. Onlar da bilim elverdiğince bunu yapabilmişlerdi.
İsidoros
ve Anthemios'un kendilerine plan çizecek bir mimarları yoktu ama
çok çetin bir işverenleri vardı. Justinianus yapım aşamasının
her anını yakinen takip ediyordu ve direk müdahalelerde
bulunuyordu. Rivayet o ki bunun için de inşaatın yakınlarındaki
saraya bir eklenti yaptırmıştı. Ne de olsa patron oydu. Antik
dönemin yapıları anıtsallık taşır bunun nedenlerinden biri de
bir mesaj taşımasıydı. Okuma yazma oranlarının çok düşük
olduğu ve kitap basımının hayal bile edilmediği zamanlarda
siyasi otoritenin mesajları binalarla anlatılıyordu. Belki de bu
yüzden ilk iki Ayasofya dikdörtgen planlı iken, bu üçüncü yapı
kareye yakın merkezi bir planla yapıldı. Amaç dağılan siyasi
otoritenin bir elde toplandığının sergilenmesiydi. Zaten
Justinianus harap olmuş ikinci Ayasofya'nın hiçbir malzemesini
kullanılmasını istemez. Bunların hepsi temel inşaatında
kullanıldı. Bilim adamlarının yaptığı yeraltı röntgen
araştırmalarından öğrendik bunu. Bu ilk defa denenen teknik
garip şekilde işe yaradı ve depremlere karşı bir yastık
vazifesi görmesini sağlayarak bu zamana kadar uzanmasına neden
olur. İkinci Ayasofya'dan pek Bir şey kullanılmaz dedik ama zarar
görmemiş ek bir bina bırakıldı. Skeuophylakion adı verilen ve
Ayasofya bağışlarının yanı sıra kutsal emanetlerin saklandığı
silindir yapıydı bu. Günümüzde Ayasofya'nın Topkapı Sarayı'na
bakan cephesinde Halı Müzesi olarak kullanılan bölümde
görülebilir.
Yeni
binanın daha öncekilerle aynı kaderi paylaşmasını istemez
Justinianus ve iki yardımcısı. Bunun için sadece planı değil
aynı zamanda yapı malzemelerinde de değişikliğe gittiler. Yeni
yapının içindeki ahşap unsurlar minimize edildi. Kapıların bile
korunması gerekti. Hepsi de bronzla kaplandı. Yangın bu sefer bir
son olmamalıydı. Bu nedenle çatı için de yeni bir deneme
gerçekleştirilecekti. Bir kubbe. Bu denli büyük bir yapıyı
örtebilmek için zaten fazla bir şansınız da yok işin açıkçası.
77 metrekarelik iç mekanı örtecek en az 100 metrelik ağaçlar
bulmanız lazım ki bunların ağırlığıyla taşınması da ayrı
bir sorundu. Bir kubbe koyulacak da o zamana kadar uygulanmamış ve
Osmanlı'ya kadar da uygulanmayacak bu yapı şeklinin kubbesi nasıl
taşınacaktı ana bina tarafından. Kubbenin bir ağırlığıyla
yıkılmadan ayakta kalabilmesi için oldukça hafif bir malzeme
bulunmalıydı ve bulunacaktı.
Bizans
ve Roma kubbeyi biliyordu. Bunu Roma'da 2. yüzyılda inşa edilmiş
Pantheon'da görebiliyoruz. Romalılar bu tip anıtsal yapıları
inşa ederken “puzzolona” adı verilen yanardağ külünden elde
edilen hafif bir harçla binalarını yapıyorlardı. Doğu
Akdeniz'de ise bu killi tuğla ile gerçekleşiyordu. Peki bu killi
tuğlaların ağırlığı Ayasofya'yı ayakta tutabilecek kadar
uygun muydu? Hem evet hem hayır. Hayır çünkü ağırdı. Evet
çünkü hafif olan bulunacaktı. İmparatorluğun her köşesine
emirler verildi ve en hafif tuğlanın bulunması amaçlandı.
Aradıkları Rodos Adası'ndaydı. Rodos'un 800 derece pişirilen
killi tuğlası hafifti. Çünkü diğer tuğlalar 1500 dereceye
kadar pişirildiği için, içindeki hava kabarcıkları yok oluyor
ve daha ağı hale geliyorlardı. Aradaki fark ne diye merak
ederseniz şöyle diyebilirim; 12 rodos tuğlasının ağırlığı
bir tuplaya denk geliyordu. Bu da binanın 12 kez daha hafif olmasına
imkan veriyordu.
İnşaatın
başlamasını takip eden birkaç yıl içinde Anthemios öldü. İşin
son haline vermek Isidoros'a kaldı. İnşaat hızla devam ediyordu.
Derler ki Justinianus'un devasa bir tapınak istemesinin sebebi,
inşaatta çalışmaya başlayan halkın başka şeylerle
ilgilenmesini engellmekti. Bu zalimane tavrına rağmen işçilerin
ücretleri günü gününe ödeniyordu. Hatta şansı olanlar gün
sonuna doğru harca gizlice konulan altınları bularak gün sonu
büyük bir bonusla eve dönme imkanına sahiptir. Bu belki de büyük
bir efsanedir. Zaten o kadar çok efsane var bu bu yapının inşası
ile alakalı. İlk başladığından itibaren anlatılan bu
söylenceler belki de onun bu zamana kadar gelen gizemini arttırdı.
Hadi bu efsanelere bakalım.
Efsane
bu ya diye başlanır hep biz de öyle yapalım. Justinianus, Nika'yı
takip eden günlerde bir ayin sırasında kutsal ekmeği yemek
üzereyken, ekmek yere düşer. Yine efsane bu ya bir arı bu ekmek
parçasını alıp kaçar. Justinianus bu ekmek parçasının
bulunmasını emreder. Bakılmadık kovan kalmaz ve sonunda aranan
bulunur. Ama karşılarına çıkanı Justinianus'a götürürler.
Gördüğü manzara karşısında bunun bir ilahi mesaj olduğuna
kanaat getiren imparator, yeni yapılan kilisenin kovan içinde
arılar tarafından işlenerek balla kaplanmış kutsal ekmeğe
benzetilmesini emretmiş. İyi hikaye. Tabii daha neler var, inşaatı
bekleyen melekler, altın küpleriyle gelen başka bir melek ve saire
ile yapı daha inşaatından itibaren efsanelerle sarılır ve bugüne
dek de böyle süregelir. Biz gene bilgelikten şaşmadan inşaata
dönelim.
İmparatorluğun
her yanından malzeme geliyordu. Özellikle mermerler göz
kamaştırıyordu. Mavi dalgalı Marmara mermeri, porfir denen mor
renkli iskenderiye mermeri, yeşil renkli Yunan mermeri yanında
Tunus'tan, Fransa'dan, Suriye'den getirilen parçalarla Ayasofya tüm
devletin birleştiği nokta olmuştu. Bir mücevher kutusunu andıran
yapı Rodos tuğlalarının hafifliğiyle yükselirken binanın
ağırlığıyla ilgili sorunlar yine de görülmeye başladı. Bunun
önüne geçmek için karşı ağırlık olması adına payanda
ayakları eklenmeye başladı ve bu ekler sadece inşaat sürecinde
değil, tüm tarihi boyunca Ayasofya'ya eklenmeye devam etti. Bu
sorunlarda geçici sorunlarla halledildikten sonra, ona asıl
karizmasını kazandıracak olan kısma yani kubbeye gelmişti. Kare
bir planın üzerine dairesel bir eklenti kondurmanın sıkıntıları
ciddi boyuttaydı. Sınırlı bir dünyayı simgeleyen kare bir plana
sonsuz göklerin sembolu kubbe koymak, işte asıl mesele buydu.
Bunun için kareyi önce sekizgene çevirdiler. Destek ayaklarının
boşluklarına dairesel üçgen olarak tanımlayabileceğimiz
pandantifler eklendi. Bu kavisli üçgenler kubbenin ağırlığını
sadece kemerlerle taşınmasının önüne geçip ağırlığı
dağıtıyorlardı.
Netice
de 537 yılında Ayasofya bir törenle açıldı. Justinianus,
patrikle beraber gelip içeri girdi. Anlatılan rivayete göre bir
anda vaaz kürsüsü olarak kullanılan “ambon”'a doğru koşup,
“Ey Süleyman, Seni geçtim” demiş. Bunu dönemin kaynakları
yazmaz daha çok 11. yüzyıldan sonra onun hırslı karakterini
yansıtmak için kullanılan bir hikayedir bu. Tüm anlatılan
hikayeler efsanelere rağmen 557 yılında kubbe çöktü. Hata
Bizans Mimarlığındaydı. Kubbenin kavisi yeterli değildi ve
oldukça alçaktı. Bu durumu çözmek için gözler Isidoros'u aradı
hemen ama o da yakın zamanda gökteki yıldızlara kavuştuğu için
belki de sırf adı benziyor diye usulca sokulup yeğenine bu işi
yapabilir misin diye sordular. Yeğen Isidoros, kubbeyi altı metre
kadar yükseltip daha eğimli hale getirdi. Ayrıca daha da
hafiflemesi için açılan 40 adet pencereyi de payandalarla
destekledi. Oldukça hassas çalıştı yeğen. Şöyle ifade edelim
ki, 25 yıl önce tüm binanın inşaatı 5 yıl 10 ay sürerken bu
sefer sadece kubbe için bu süreye ulaşıldı. 562 yılında artık
seksenli yaşlarını süren Justinianus, daha vakur ve hadi rahatça
söyleyelim daha efendi bir biçimde ayasofya'ya geldi. Patriğin
hemen arkasında duruyordu bu sefer. Patrik kapının önünde durup
onun için Eski Ahitten mezmurlar 23. bölümü okudu.
Kaldırın
başınızı, ey kapılar, açılın ey eski kapılar. Yüce kral
içeri girsin
Kapılar
Justinianus için açılır ve uzunca süre kapanmaz.
Kapılar
açık kalmaya devam etti fakat Bizans yakın bir süre sonra yeni
imparatorlarla yeni kavgaların içinde buldu kendini. Eski Ahit'te
tasvis yapmayacaksın emri ve yeni bir din olarak yayılan islamın
tasvir yasağı Bizans'ta ortalığı karıştırmıştı. İmparator
III. Leon'un saray kapısındaki İsa heykelini indirmesi ile
başlayan ve tasvir kırıcılık anlamına gelen “ikonoklazma”
dönemi 117 yıl sonra bitti. Ayasofya'nın bundan nasıl
etkilendiğini bilmiyoruz. Çünkü Justinianus'un Ayasofya'sında ya
tasvirler hiç yoktu ya da bu süreçte tahrip edildiler. Buna rağmen
sanat tarihçileri tarafından en güzel meryem olarak anılan tasvir
ise 867 yılında yani ikonaklazma sonrasından başlayarak hala bize
bu güzelliği sergiliyor. Theotokos adı verilen bu tasvir doğu
tarafındaki yarım kubbenin iç yüzünde durmaktadır. Theotokos,
tanrıyı doğuran demektir Yunanca'da ve genellikle Ortodoks
kiliselerinde olmazsa olmaz bir detay olarak karşımıza çıkar.
İsa'nın doğasına bağlı tartışmalar zaman içinde başka
boyutlar aldıkça, Meryem'in de kişiliği yüceltiliyor.
Unutmayalım erken Hıristiyanlık dönemlerinde çok fazla pagan var
ve bunların dine kazandırılmaları amaçlanmıştır. Meryem, Ana
Tanrıça figürünün bir dönüşümü olarak gelişiyor. Zaten
Mısır kökenli İsis'in oğlu Horus ile olan tasvirlerinde de aşağı
yukarı aynı kompozisyon görülür. Geleneğin sürekliliği
diyelim. Bu devasa mozaikte, cennetin kutsal ışığı olan altın
rengi fon alınmış. Meryem arkalıksız, değerli taşlarla
süslenmiş bir tahtta çifte minderin üzerine oturmuş haldedir.
Kucağındaki bebek İsa ile inananları kutsamaktadır. Dediğim
gibi bu Ayasofya'daki en eski tasvirli mozaik ve buradan başlayarak
bir geleneğin de öncüsü olur. Şimdi biz de bu mozaik panoyu
kendimize başlangıç noktası alarak diğer tasvirlere ve
süslemelere geçelim.
Ana
giriş kapısıyla başlayalım. Ortadaki devasa merasim kapısı
üzerinde bizi pantokrator karşılar. Yunanca'da Pan herşey,
Afrokrator ise hükmeden anlamlarına gelmektedir. Herşeye hükmeden
İsa. Ortodoks kiliselerinde sıkça kullanılan Bu kompozisyon için
Semavi Eyice İsa'nın Zeus'a benzediğini yazar, Yıllar Boyunca
İstanbul kitabında. Aslında haksız da sayılmaz zira çok tanrılı
pagan inanışında da bu pantokrator ifadesi Zeus için de
kullanıyordu. İsa'nın sol elindeki İncil'in sayfaları açıktır
ve burada “Esenlik sizinle olsun, Ben dünyanın ışığıyım”
yazmaktadır. Sağ eli ile de İsa bizi kutsamaktadır. İsa'nın her
iki omzunda bir madalyon içinde tasvir edilenler ise melek Cebrail
ve Meryem'dir. Bir de yine İsa'nın sağında yerden diz çökmüş
bir adam vardır. Yaptıkları için bir af dileme veya merhamet
dilenmektedir. Kim olduğu tam olarak belirtilmemiş olsa da
yapıldığı ve yaşanan olaylardan yola çıkarak bu kişinin VI.
Leon olduğu kabul edilir. 886 ile 912 yıllarında tahtta oturan
Leon'un ilk iki evliliğinden çocuğu olmaz. Küçük bir bilgi eki,
katolik ve ortodoks kiliseleri arasındaki ayrım noktalarından biri
de bu evlilik mevzudur. Katolik nikahı ebedidir ve dul kaldığınızda
yeniden evlenemezsiniz. Ortodokslukta ise eğer ilkinde çocuğunuz
olmamışsa ikinci defa evlenebilirsiniz. 3. evlilik ise Roma'dan
beri kabul edilen Bir şey değilken 4. evlilik hayvanların
tabiatında olduğu kabul edilmiş. Leon evlatsız geçen iki
evliliğin ardından 3. kez evlenir. Açıkça onaylanmasa da bu
evlilik de görmezden gelinerek geçiştirilir. Fakat bu 3. eşin
vakitsiz ölümü üzerine, Leon'un metresinden bir çocuk dünyaya
gelir. Evlenmek istese de patrik tarafından şiddetle reddedilir ve
hatta Ayasofya'ya girmesine izin bile verilmez. Uzun müzakereler
sonucunda şöyle bir karar alınır, Leon'un metresi saraydan
gönderilecek ve çocuk ancak o zaman vaftiz edilecektir. Bu yüzden
biz de Leon'u imparator olarak iç mekanda görmeyiz. O kabul
edilmemişti içeriye ve bu yasağın kalkması için İsa'dan şefaat
dilenir. Hristiyanlıkta bir gelenektir bu. Tanrı ile olan
münasebetlerinde bir aracının kullanılması. İsa, Meryem, Yahya,
azizler insanlar için aracılık yapıyorlardı. Bu yüzden Leon,
İsa'dan kendi için tanrıya aracılık etmesini istiyor. Bu konuyu
işleyen başka bir mozaik ise ikinci kat galerilerinde. Hadi yukarı
çıkalım. Güney galerisindeki bu tasvirin adı DEESİS. Tam
anlamıyla yakarış demek. Burada İsa yine ortada konumlandırılmış.
Solunda hazreti Yahya, diğer yanında ise Meryem. Son yargı
öncesinde insanların günahlarına karşı bir şefaat istiyorlar.
İsa'nın başı onlara dönük gibidir ama bakışları bize doğru.
Sanki, sizin yaptıklarınızı onlardan dinledim, ne yaptığınızı
biliyorum der gibi bize bakarken sağ eliyle de kutsamaktadır.
Rahatlayabiliriz, günahlarımızdan arındık.
Aynı
koridorun sonuna doğru duvardaki pencerenin her iki tarafında
birbirini andıran iki mozaik pano daha var. Önce soldakine bakalım.
Ortada tanıdık bir şekilde pantokrator İsa bulunuyor. Onun
sağında elinde “apokombion” adı verilen keseyi taşıyan Roma
İmparatoru Konstantinos Monomakhos resmedilmiş. Bunu hemen
kafasının üzerinde bulunan açıklama yazısından anlıyoruz.
“Romalıların
inançlı imparatoru, İsa'nın kulu Konstantinos Monomakhos”
Bu
imparator hakkında tarihte bonkörlüğüyle ilgili anlatılan çok
şey var. Onun zamanına kadar gelen hükümdarların hiçbirinin bu
kadar bağış yapmadığı aktarılıyor. Ama yine de bir şey var
yerine oturmayan, gelin bir de İsa'nın diğer tarafındaki
imparatoriçeye bakalım, aradığımızı onda bulabiliriz belki.
Elinde kiliseye olan bağışlarının listelendiği bir rulo
turmakta ve hemen kafasının üzerinde eklenmiş bilgiye göre bu
hanımefendi “Çok Dindar İmparatoriçe Zoe” gerçekten dindar
mıydı? Bilemiyorum. Biraz daha derine dalalım. Kendisi önemli bir
imparator olan II. Basileios’un yeğeni, silik imparator VIII.
Konstantinos'un da kızı. Babası ölmeden üç gün önce onu
kentin valisi olan Romanos isimli kişiyle evlendirdi. Çünkü
ortaçağ dünyasında bir kadın asil olsa da tahta tek başına
geçemiyordu. Mutlaka idarenin başında kukla da olsa bir erkek
gerekliydi. 70 yaşındaki Romanos, geç gelen saadetin tadını
çıkarmak istedi. Roma'nın büyük imparatorları gibi davranmaya
başladı. Seferler düzenledi. Sonuç hüsran tabii ki. Aleyhine
olan tepkiler dinmek bilmez iken karısı Zoe de ondan yüz çevirmeye
başlamıştı. Çok fazla insan onun arkasından işler çevirmeye
başladı. Bunların başında ise sarayın mabeyncisi Ioannes
Orphanotrophos geliyordu. Ioannes bu gergin durumu kendi lehine
çevirip ikbal kapılarını açmak için kardeşi Mikhail'i Zoe ile
tanıştırdı. Kendi için yegane emeli bu olabilirdi zira kendisi
hadımdı. Neyse biz mevcut durumdan devam edelim. Romanos kendi
aleyhindeki tepkiler devam ederken havuz başında şüpheli bir
şekilde hayatını kaybeder. O kadar şüphelidir ki bu durum,
adamın naaşı toprağa verilmeden Zoe, Mikhail ile evlendi. Gelin
56, damat ise 26 yaşındaydı. Tarihler Mikhail için iyi şeyler
yazsa da iktidarı uzun sürmez. Çünkü sara hastasıdır.
Geçirdiği nöbetler nedeniyle sıkıntılar artmaya başlayınca
yeğeni ve adaşı Mikhail'i, Zoe'ye manevi evlat olarak kabul
ettirip bir manastırda sonunu beklemeye başlar. Artık yeni bir
Mikhail vardı tahtta. Yeni imparatorun ilk işi kendini sağlama
almak oldu. Belki de Zoe'den korkmuştu. Bu yüzden Zoe'yi bir
manastıra gönderdi. Bu halk arasında bir huzursuzluğa neden oldu.
Çünkü mikhail bir asil değildir ve Zoe olmasaydı kolay kolay
tahta çıkamazdı. Şehirde bir ayaklanma başlayınca kaçar ama
yine de gözlerinin kör edilmesine engel olamaz. Zoe ise kendisine
bulunan yeni kocasıyla evlenmek üzereydi. Fakat yeni aday da tıpkı
Zoe gibi daha önceden iki defa evlenmişti. Sorun yine bir şekilde
çözüldü doğal olarak, ne de olsa anayasalar bir kez delmekle
fazla zarar görmüyor. İşte bizim bu mozaikte gördüğümüz
beyefendi de bu son koca Konstantinos Monomakhos. Tüm bu karmaşık
olayın yansımasıdır bu pano. Bunun izleri de kolayca okunur. Eğer
panoya dikkatle bakarsanız konstantinos'un adının yazılı olduğu
ve kafasının çevresinde tahrip edilmiş yerleri kolayca
görürsünüz. Sanat tarihçileri bu tahribatları her evlilikten
sonra yapılan değişikliklere bağlıyorlar. Yani orada sırasıyla
Romanos, 4. Mikhail, 5. Mikhail'in isimleri ve yüzleri vardı ve
tacı başına koyanla değiştirdiler.
Pencerenin
diğer tarafındaki panoda ise başka bir hanedan mensupları
görünür. İmparator II. Ioannes Komnenos ve eşi Eirini ile
oğulları Alexios. İlk bakışta Alexios ilk başta gözden
kaçabilir bir pozisyondadır. Bu genç arkadaşımız annesinin
yanındaki duvarın iç kısmına resmedilmiş. Oğulun buraya
resmedilmesinin sebebi yaşadığı dönem boyunca babasıyla ortak
imparator olmasıdır. Bu panodaki bir diğer bir detay ise
Eirini'nin saçlarında gizli. Çünkü bir macar prensesiydi ve onun
bu köken vurgusunu yapmak için Zoe'den farklı olarak sarı saçları
açık bir şekilde gösterilir. Bu ilişki de Zoe'nin ki kadar
entrika yok maalesef hatta belki de tüm Bizans tarihinin en sadık
ilişkisi bu çiftte olmuştur.
Buradan
aşağıya doğru gitmeden önce günümüzde restorasyon iskelesinin
olduğu kuzey cephenin pencereye benzeyen kemerli girintilerinde üç
figür görürsünüz. Bunlar azizlik mertebesine yükseltilmiş 3
patriktir. En soldaki Genç İgnatios, sağdaki Antakyalı Ignatios
ve ortadaki de meşhur Ioannes Chrysostomos. Bu galerideki ziyareti
bitirmeden önce kenarda köşede sanki saklanmışçasına yapılmış
bir mozaikten söz etmek istiyorum. Restorasyon henüz devam ettiği
için geçiş yok ama bir görme şansını yakalarsınız diye
değinmeden geçmemeli. Bir imparator mozaiği olan bu panoda
resmedilen kişi tarihi kayıtlarda patavatsızlığı ile ün salmış
Aleksandros. Sarhoşluğu dillere yayılmış ve hatta bu yüzden de
gelen Kiev elçilik heyetine yaptığı saygısızlık yüzünden
savaşa neden olmuş Aleksandros'un mozaiğinde şunlar yazılıdır.
Tanrım, Ortodoks ve Sadık kulun Aleksandros'a yardım et.
Dışarı
çıkmadan son görmemiz gereken mozaik ise sunu mozaiği olarak
anılan pano. Karşımızda yine bir theotokos bulunuyor. Bu
Ayasofya'nın üçüncü theotokos'u. Daha başkası var mı?
Bilmiyoruz. Theotokos'un iki yanında ellerinde bulunan maketleri
kutsamak için bekleyen kişilerden sağdaki Konstantinos ve elinde
tuttuğu ise şehrin bir maketi. Diğer tarafta ise Ayasofya'nın
banisi Justinianus. Her ikisi de Hıristiyanlar için yaptırdıkları
şeylerin koruyuculuğunu yapması için Meryem ve İsa'ya
sunmaktadır. Bu mozaik 10. Yüzyıla tarihleriniyor. Bu kapı
imparatorların kendilerine ayrıldığı mekan olan Metatorium'a
geçiş yaptıkları bir merasim noktası aynı zamanda. İçeriye
giriş noktası olduğu için de, gelenleri, Binayı yaptıran, şehri
yaptıranla aynı zamanda bunların koruyucusu Meryem ve İsa
karşılamaktadır.
Zamanın
hızını ayarlamakta insan çaresiz dostlar. O kadar derin mevzuya
girip çıktık ki programın sonunun nasıl geldiğini anlayamadık.
Bu haftalık bu kadar, haftaya yaşanmış yıkımları yağmaları,
tılsımları, ayrılıkları ve camiye çevrilmesiyle beraber
Osmanlı Ayasofyasını konuşmaya çalışacağım.
Kulak
ulemasının toplandığı limandan Kaptan rehberiniz Hilmi Çalış'tan
herkese haftaya kadar sağlıklı günler efendim. Esen kalın...